Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Varlığın tekinsizliğinden çıkış olarak dil deneyimi



Toplam oy: 861
Osman Çakmakçı
İş Bankası Kültür Yayınları
Konuşmanın İmkansızlığı Üzerine Bir Diyalog, bir eleştirmenin sözde sınıflandırmalarıyla tıkayamayacağı ve tanımlayamayacağı deneyimsel bir patika açıyor.

Dünyaya fırlatılmışlığında insanın, bir şeyler saklıdır. Bu fırlatılmışlığın gölgesinde dünya ürkütücü, hayaletimsi bir ormandır ve varlığın buradalığı olarak mevcudiyet, dünyanın gizemli karakterine karşı “tekinsiz” hisseder. Bu fırlatılmışlık dünyanın kuytudaki mevcudiyetinden mi gelir, yoksa dünyanın ürkütücülüğünün sebebi bu fırlatılmışlık mıdır bilinmez. Belki de söz konusu fırlatılmışlık, insanın duyarlılıkla bir ses çıkarmak yerine bir adlandırmada bulunduğu yani sözü keşfettiği o “yüce” anda doğayla arasına giren önü alınamaz mesafede peydahlanmıştı. Giorgio Agamben bu sebepten dilden “kendisini nelerin beklediğini kestiremeyen aymaz bir primatı fi tarifinde pençesine düşürmüş” bir şey olarak müphemliğin verdiği bir humour ile bahseder. Hakikatin tarihi insanın, elindeki bir iletişim aracı sandığı dilin elinde nasıl biçimlendiğinin tarihidir. Dili varlığın konuştuğu şeffaf bir araç sanmak, dili içinde “ben” diyebileceğimiz bir uzam olarak görmek tam da gerçek bir iletişimin, gerçek bir anlama ve “konuşma”nın olanaklılığını boğan şeydir. Dilin adlandırıcı yetkesi varlığın mevcudiyetini sağlar, ancak bu mevcudiyet nesnenin kendisine ulaşamayan, onu sadece bizim için mevcut kılan bir kurgudur. Gösteren ve gösterilenin tekabülsüz, keyfi birlikteği olarak dilde şeyler sandığımız şekilde konuşmaz. Dil şeylerin “şey” olarak tanınabilirliğini kurgular. Bu anlamıyla dilin kurguladığının dışında bir hakikat yoktur. Dilde nesnelerin konuştuğunu varlığın dolaysız bir şekilde dile geldiğini sandığımız anda hakikat ve varlığın ardına düşmüşüzdür. Dilde yalnızca dil konuşur. Ancak öznenin içinde “Ben” deme yanılgısına düştüğü, dilde şeylerin dile geldiğini sandığı her kullanım bizi bir tabiyet ilişkisine sürükler. Dile olan bu tabiyetten çıkış ise yine ancak ve ancak dille olabilir. Dilde yalnızca dilin konuştuğu bir deneyim olarak edebiyat ve şiir bize bu tabiyetten çıkışın parolasını verebilir.

 

Geçtiğimiz ay İş Bankası Yayınları şair-yazar Osman Çakmakçı’nın Konuşmanın İmkansızlığı Üzerine Bir Diyalog başlıklı eserini yeniden yayına hazırladı. Eserin yeniden basımı Türkiye’de konuşmanın ve belki de en önemlisi karşılıklı konuşmanın, iki taraf arasında birbirini anlamanın giderek imkansızlaştığı günümüzde çok anlamlı gözüküyor. Öte yandan iletişimin kendisinin metalaşabildiği, “iletişim sektörü”nün iletişim adı altında iletişimsizliği pazarladığı ve yeni bir modus vivendi (yaşam biçimi) olarak şişkin egoların iletişimsizliğini yaydığı bu çağda Çakmakçı’nın eseri ayrı bir seçenek sunuyor. Çakmakçı eserde bazen Heideggerci bir estetiğe, kimi zaman Romantik estetiğe bazense Wittgensteincı diyebileceğimiz bir sessizliğin şiirine yaklaşmış. Eserde üç perspektifin de etkisini görmek mümkün. Ancak nihayetinde eser bir eleştirmenin sözde sınıflandırmalarıyla tıkayamayacağı ve tanımlayamayacağı deneyimsel bir patika açıyor. Bu patika “dünyanın gece çağında”(Heidegger) dil üzerine konuşarak değil, dilde yalnızca dilin konuştuğu deneyimin açacağı bir patika olarak karşımıza çıkıyor. Tam da bu sebepten Çakmakçı’ya göre dil üzerine konuşan göstergebilimin aksine dilde yalnızca dilin konuştuğu bir deneyim olarak şiir bu patikanın güzergahını oluşturuyor. Sanat yapıtının bir oluş (a becoming) ya da bir oluveriş (a happening) olarak hakikati kurduğu dilsel deneyimde varlığın evsizliğine bir ikamet olarak (aufenthalt) dil karşımıza çıkıyor. Bu anlamda “Dil Varlık’ın evidir” şeklindeki Heideggerci momente ulaşan bir eser var karşımızda. Çakmakçı eserde anlşılması zor meseleleri çok sarih bir dille açımlamayı başarmış.

 

Konuşmak imkansız mı?

 

 

Çakmakçı esere konuşmanın imkansızlığına dönük bir vurguyla başlamış. Kitabın bir diyalog olmasına rağmen konuşmanın imkansızlığının bahse konu olması dilin içsel paradoksunu gözler önüne seren bir hamle olarak karşımıza çıkıyor. Kelimelerin ağızdan çıktıkları anda onun muhatabı olan ötekinin zihninde bambaşka anlamlara büründüğünü belki de hepimiz yaşamışızdır. Bu kelimelerin semiyolojik yükünün homojen değil, heterojen olmasından kaynaklanır. Yani kitaptan bir ifadeyle söyleyecek olursak “her birimizi aynı sözcükleri kullanırken aslında farklı sözcükleri kullanırız”. Kelimeler hissettiklerimize, karşımızdaki için gerçek anlamda izdüşüm bırakmaz. Kelimeler gerçekten de bazı anlamlara gelmiyordur. Söz konusu durum dilde anlamı mümkün kılan göndergesellikten kaynaklanır. Sonsuz göndergesellikte somutlanan anlamın bu kayganlığı dilde gerçek bir konuşmayı mümkün kılmaz. Çünkü kelimeler şeffaf değildir. Anlam her zaman her öznede farlılık gösteren bir göndergesellik zinciriyle oluşur. Bu açıdan konuşmak ve anlamak ancak “duyarlık”la mümkün olur. Duyarlık insanın sözü keşfedip doğadan koptuğu dönemeçin ardında kalmış saltık bir iletişimdir. İnsan duyarlık sayesinde dünyayla konuşur. Duyarlıkta dünya sonsuz bir “açıklık”ta vuku bulur. Bu açıklık fırlatılmışlığın ifade ettiği varlığın evsizliğinin aksine dünyayla girilen bir oluş ilişkisini imler. Duyarlığa ulaşmak belki de hakkında konuşulamaz olan dünyanın gizemi için susmayı tercih eden Wittgensteincı bir sessizliğin şiirsel akışında bulunabilir. Ancak Çakmakçı eserde dili duyarlıkla buluşturmanın imkanını soruşturuyor. 

 

Duyarlıkla buluşmuş dil: Şiir

 

Duyarlıkla aramıza giren mesafenin kaynağı olan dilin bu zıtlığa rağmen duyarlıkla buluşması mümkün olabilir mi? Belki de burada dil açısından imkansız görünen deneyim olarak duyarlığın dilin farklı bir kullanımını gerektirdiği söylememize gerek yoktur. Ancak dilin bir tabiyet ilişkisi imlediği yerde bu ilişkiyi tersine çevirmek kolay değildir. Sanat ve özelde saf dilsel deneyim olarak gerçek şiir bize bu imkanı sağlayabilir. Sanat yapıtı Heidegger’in deyimiyle “dünyanın Açıklığını açık tutmak”tadır. Çakmakçı eserde Romantik estetik ile Heideggerci estetik arasındaki bir belirsizlik mıntıkasından konuşuyor. Eseri değerli kılan en önemli özellik de bu belirsizliğin teşvik ettiği düşünceler belki de…

 

Sanat yapıtı bir oluşla hakikati yaratmaktadır. Özellikle dilsel deneyim olarak şiirdeyse dil alışılageldik araçsal kullanımı askıya alarak yalnızca dil olarak konuşmakta ve sanatçı ile okuyucuyu kendi öznellik sınırlarının dışına taşımaktadır. Bu anlamıyla dilin şeffaflığı önkabulüne dayanan gündelik ağızların yerini varlığa hakikatini kazandıran dilin saf öznesiz süreci alır. Duyarlıkla konuşmak ancak sanat yapıtının dilin tabiyet ilişkisini imleyen kullanımını askıya aldığı oluş sürecinde mümkündür. Burada gerçek anlamda konuşmanın özne konumunu parçalayan bir ilişkiyi imlediği ortaya çıkar. Dilin araçsal kullanımındaki “Ben” deme yetkesi gerçek bir konuşmanın imkansızlığına işaret eden temel noktadır. Ancak dilin araçsal olmayan sanatsal kullanımı doğrudan karşılıklı öznelliklerin “Ben” duvarını kırmasına ve gerçek bir akışkanlıkta karışıp farklılaşarak ayrışacakları bir iletişime geçmesine imkan tanır. Bu anlamıyla gerçek bir konuşmanın imkanı tam da kişilerin özne olarak yekpareliğine yönelik bir saldırıdan geçer. Çakmakçı’nın da ifade ettiği gibi konuşmak tehlikelidir. Konuşmak tam da içinde “Ben” deme yanılgısına düştüğümüz dilde konuşmanın imkansız olduğunun sezildiği anda, dilin bu çeşit kullanımını askıya alan şiirselliğin yeni deneyim zincirleri için öznelliği parçaladığı yerde başlar. Bu anlamıyla dostluk özneliği parçalayacak bir tehlikenin sağlayabileceği potansiyele işaret eder. Özgürlük de ancak ötekiyle girilecek etik bir ilişki olarak “konuşma”nın öznelliği parçaladığı bu uzamda başlar. Konuşmak ancak mutlak bir “açıklık” ile mümkün olabilir. Ve bu açıklık duyarlıkla gerçekleşmektedir. Bu anlamıyla konuşmak asla aynı kalmamaktır. 

 

Çakmakçı’nın eseri Heidegger’in “varlığın dili” ya da bazen “dilin varlığı” olarak kullandığı ifadenin kalbindeki önermeye doğru ilerleyen bir eser olarak karşımıza çıkıyor. “Dil Varlık’ın evidir” yani insanın dünyadaki yurtsuzluğunda tek gerçek yurt olarak dil vardır. Dil bir yurttur ve o her yurt gibi bazen özgürlüğün bazense karanlık ve tahakkümün yurduna dönüşebilir. Dil ve varlık iki farklı şeyi imlemez. Dünyanın gizemi dilin gizeminin kendisidir. Dil her gizem gibi bazen mahpustur bazense firar...

 

 


 

* Görsel: Ali Çetinkaya

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.