Ebubekir Eroğlu, son dönemin en iyi ve önemli şairlerinden biridir demek yetmez; büyük bir şairdir o. Özellikle yeni yayımlanan kitabı İçkale onun bu gerçeği, şiirinin zirvesine çıkarak mühürlediği bir kitap. İçkale son yılların en heyecan verici kitabı olmakla kalmıyor, gören gözlerin rahatça görebileceği gibi, şiirimizin yönünü değiştirebilecek bir girişim niteliğini taşıyor, ki bizim şiirimiz ağırlıklı olarak Toplayıcıdır, demem o ki, izlenimcidir daha çok. Eroğlu’nun bu kitabı ise yıllardır ileri sürdüğüm Kazıcı şiiri görünür kılıyor, ki Kazıcı şiir, enlemesine yayvanlaşmaz da, derinlemesine iner, dışavurumcu olma atılışındadır, ifadeye önem verir ve Varlığın sesini duymaya çalışır. Kunttur. Bu anlamda felsefeye de daha yakındır, şiirde estetiği elbette göz önünde tutar, ama asıl meselesi güzellik değildir bu şiirin, asıl meselesi hakikattir, hakikatin ritmini ve titreşimini hissedip onu duyulur kılmaktır.
Eroğlu, bu kitapta kendi şiir çizgisini ana hatlarıyla sürdürüyor sürdürmesine ama bu çizgiyi belirginleştirip aşıyor. Evet bir sapma değil, daha çok bir belirginleştirme ve aşıp yeni bir merhaleye çıkış var bu kitapta. Şiirler derine indikçe, göğe yükseliyor gibi sanki. Doğa kendisini olduğundan başka türlü göstermez, onun görünüşleri özüdür (böyle denebilir mi?), kendisine bakanı kandırmaz, keskin, iyi işiten kulaklara ses verir; işte Eroğlu bu şiirlerde Doğa’nın yabanıl dünyasında dolanırken, bu dünyada bir tür “arınış yolculuğu” yaparken, kadim şiirin çizgisinden ilerliyor, kadim şiirin büyük meselelerine el atıyor. Doğa’nın, Varlık’ın sesine kulak veriyor, onunla konuşuyor. Fransız şair Baudelaire’in şöyle ünlü şiiri “Eşduyumlar”: “Doğa bir tapınak, canlı direklerinden/ Anlaşılmaz sözlerin yayıldığı yer yer/ İnsan orda simgeler ormanından geçer/ Bildik bakışlarla gözlenirken derinden.” Baudelaire bu şiirde Doğa’nın gizemleri içinde dolaşırken kendisiyle konuşan simgelerden söz ediyor. Eroğlu da İçkale’de Doğa’da gezinip Doğa ile konuşurken sadece Varlık’ın ritmini, sesini duymakla kalmayıp, sadece Varlık’ın hakiki yüzünü görmekle kalmayıp aynı zamanda kendi varlığının doygunluğuna da erişiyor. Bu şiirlerdeki kişi, hakiki olanı eksiksiz deneyimleyerek bir tamlığa, bir doygunluğa ulaşıyor. Bir tür erme hali bu. Doğa’yı onunla birlikte aşıp hakikate eriyor. Varlık, kişiyle sohbet ediyor, hemhal oluyor.
Fizik-ötesi bir algı var bu şiirlerde; karmaşık görüntülerin ardında değişmeyenin kendisi, özü ortaya çıkıyor. Bu felsefi algı, bu bilgece bakış, bu içe-bakış varlıkların değişmeyen özünü açığa çıkarıyor. Kitabın bölümlerinden biri deniz ile ilgili: Deniz, sonsuz bir genişlik ve esirgeyen büyük su. Su, hangi koşulda olursa olsun kendisini yenileyebiliyor, kirden arınabiliyor, yeniden ilk haline dönebiliyor. Kitabın en uzun bölümü bu aynı zamanda. Bu imge de Eroğlu’nun değişmeyen özün peşinde olduğunu gösteriyor. Daha önce belirtmiş olduğum gibi bu felsefi bakış, Türk şiirinin yaygın bir tavrı değil. Şair, bence şiirimizde eksikliği hissedilen bu tavrı yoğunlaştırarak şiirimize yeni bir yön çizme atılganlığını da gösteriyor. Ayrıca, böyle bir şiirin peşinde olan şairlere de, bunun mümkün olduğunu göstererek cesaret veriyor.
* Görsel: Elif Demir
Yeni yorum gönder