Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Vasat insan



Toplam oy: 1299
Jose Ortega y Gasset
Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları

Bir aralık, cehaletin de kendine özgü bir ideolojisi var mıdır, diye sormuştum kendime. Nelerden beslenir, hangi kaynakları kullanır, yolunu nasıl çizer? Çünkü Türkiye’de epeydir bunun sıkıntısı yaşanıyordu. Cehalet nedir? Bunu belirlemek güç. Sözgelimi, cahil, Nasreddin Hoca’nın bir fıkrasındaki adama benzer biraz: Bindiği dalı keser. Burada cahilin çok basit bir tanımını görürüz: Testere elindedir, bindiği dalı kesmekte, on dakika sonra ne olacağını hiç mi hiç düşünmemektedir. Cahil, kentli olamaz; zira kaldırıma park ettiği arabanın insanların yolunu keseceğini aklına bile getiremez. Ama arabanın iyisinden anlar, ona ne şüphe. Fakat o arabaya bindikten sonra emniyet kemerini falan da takmaz. Cahilde on dakika sonrası yoktur. Hele bir yıl sonrası…


Bundan iki yıl önce, hatırlayacaksınız, İstanbul kışı neredeyse tamamen yağmursuz geçirmişti. Bunun üzerine İstanbul Belediyesi Melen Çayı projesini başlattı. Melen Çayı’nı İstanbul barajlarına getirerek bizi susuz bırakmayacaklardı. Gerçekten, bu akıllara zarar proje başlatıldı da. Gidenler bilir. Şimdi Ağva-Şile ormanları tanınmayacak halde. Ve ertesi yıl ve ondan sonraki yıl ne oldu? Müthiş yağmurlar yağdı… Olan ormanlarımıza oldu. Cahil, ben yaparım, senin aklın almaz, diye düşünür. Yani sıradan cahille cehalet ideolojisini yönetenler arasında zekâ bakımından fark yoktur.



Jose Ortega Y Gasset, Kitlelerin Ayaklanması adlı kitabında 20. yüzyılın başındaki devrimleri (o “ayaklanma” diyor) ele alıyor. Ama yalnızca ulusal devrimlerle komünist Rus Devrimi’ni değil. Faşizmi de aynı kapsamda değerlendiriyor.    Burjuva değerlerinin ve kimlik, birey gibi kavramsal başlıkların, Birleşik Avrupa Devletleri hayalinin Gasset’in yazılarında öncü görüşler olarak yer aldığını görüyoruz. Dolayısıyla bugün için pek çok konuya ilişkin öngörülerinin gerçekleştiğini belirtebiliriz.

 

“Kitle”den “işçi” ya da köylü sınıfın anlaşılmaması gerektiğini vurguluyor Gasset kitabında. Üstün azınlıklarla (Aristokrasinin varlığının toplumun entelektüel niteliğini yükselttiğini de vurguluyor) kitle, yani “vasat insan” arasındaki ayrım böylece bir sınıf ayrımından başka bir şey oluyor. Doğal olarak bugün için (o gün için) sınıf olarak görülen şey aslında kitledir, ki kitle, yani vasat insan ancak vasat bir toplumsal düzen kurabilir. Bu düzen de elbette “nihai” ve kalıcı olamaz. Gasset burada yapılan hatanın matematiksel bir hata olduğunu belirtiyor: Devrim dönemlerinde soyutlama, somutun karşısına dikilmeye kalkışıyor. Bu nedenle başarısızlık, devrimlerin özünden ileri geliyor. Zira insani sorunlar astronomik ya da kimyasal sorunlar gibi soyut değildir…

 

   

 

 

Buradan, devrimin öncülerinin “ideal” olarak gördükleri şeyin bir hata olduğunu mu çıkarmalıyız ille? Elbette hayır: Çoğu zaman zaten toplumsal ilişkiler bir devrimi zorunlu kılıyor. Ezilen sınıflar, toplumsal düzeni yönetenlerden haklarını zorla alıyorlar. Bu, tarihsel olayların çözümlenmesinde kullanılabilecek verilerden biri elbette. Ama, seçkin-vasat ayrımı çoğu kişi tarafından gözden kaçırılıyor. Sınıf savaşımının ilk anlamını bir kenara bırakacak olursak, belki seçkin-vasat meselesine başka açılardan da bakma olanağını yakalayabiliriz.

 

Fransız Devrimi’nde örneğin, burjuva sınıfı Marks’ın deyimiyle, “üretim araçlarını”, yani ekonomik sistemi ele geçirmişti. Ama aynı zamanda “seçkin” sıfatını da paylaşmak istiyordu. Çünkü seçkin, daha önce aristokrasinin doğal varlığıydı. Yani aristokratın geri zekâlı oğlu da seçkindi. Bizde de öyleydi biraz; çocuk, padişah olurdu ve asırlık şairlere, “yakala bakalım,” diyerek akçe fırlatırdı. Seçkin olmak, şairin değil, saraylının hakkıydı. 1917 de öyle; işçi sınıfının sözgelimi sanatla uğraşma hakkı öngörülüyordu. Devrimlerin, tüm sınıfsal kazanımları bir kenara bırakın, en azından bu konuda büyük yararları vardı insanlığa.



AKP’nin yargıyı ele geçirme çalışmaları başladı başlayalı bu “seçkin” meselesi de ağızlarda sakız olduğu için, Gasset’in kitabı ilgimi çekti. Kitlelerin Ayaklanması gerçekten tuhaf kehanetlerle dolu: Avrupa kültürünün yozlaşmaya başlaması, Gasset’e göre kitle ayaklanmalarının sonucu. Ve bu da ileride Avrupa Birliği’ne yol açacak. Çünkü vasat, geçmiş bilgisine sahip değil. Bu geçmiş bilgisi yalnızca “tarih”le sınırlı değil elbette. Vasat, kültürel birikimi (yani günlük yaşamın içinde kendiliğinden oluşan varlık bilgisini) taşımaz, bu anlamda tüm bilgiyi çok kısa sürede unutabilir. Sözgelimi, köylü, köy yaşamı içerisinde ağacın önemini kavrar, bunu kendisi için yaşamsal bir nesne olarak bilir ya da sezer. Ama göçten sonra iş değişir. Tahsin Yücel’in Kumru ile Kumru’sunda olduğu gibi, bir nar ağacı orada, köyde bir sırdaştır. Ama göçten sonra, kentteki bir nar ağacının yüzüne bile bakılmaz.

 

Geçenlerde şöyle bir şey oldu: Müthiş bir yağmura yakalandım. Hemen bir otobüs durağına sığınarak beklemeye başladım. Durak kalabalıktı. Bekleşenlerden biri (o da benim gibi epey ıslanmıştı) bana dönerek, “ne biçim yağıyor yahu… Ne olacak abi,” dedi, “din kalmamış, iman kalmamış…” İşte bu vasattır. Çünkü vasat, kitleye, yani yığına dönüştüğü zaman eski tutumunu hemen bırakır. Eski tutum nedir, yağmurun bereket olduğu yargısıdır.


Anayasa Mahkemesi başkanı Haşim Kılıç bir açıklama yaptı, statükonun kibirli mensupları, seçkinler artık halkı ikna edemiyor, dedi. Şimdi bu açıklamaya neresinden bakılacak? Başkan burada “halk” sözcüğünü kullanıyor. Böylece aslında toplumun seçkinlerini de “ikna” edilenler ya da edilemeyenler safına katmış oluyor. Çünkü “seçkin”i doğal anlamında kullanmıyor. Seçkin, düzenin sürüp gitmesini arzulayan kişi midir? Sözgelimi “seçkin sanatçı…” Doğal olarak sanatçı, seçkin değildir, ama seçkin sanatçılar vardır. Hukukçu seçkin değildir, ama seçkin hukukçular vardır. Fakat düzeni sanatçılar ya da hukukçular yönetmez. Toplumda asıl güç, içinde seçkinleri de, seçkin olmayanları da barındıran sermayenin elindedir. Bu açıdan bakılınca gerçek “statüko” nerededir acaba diye düşünmeden edemiyor insan. Kibir meselsine gelince… Bizim ülkemizde, ben kendimi bildim bileli aydınla vasat arasında mesafeli bir ilişki vardır. Vasat, aydını kibirli bulur. Sözgelimi, “ben okumadım ama on tane üniversiteliyi cebimden çıkarırım,” der.

 

Vasat, kendi içinden bir önder seçtiğini düşünüyor. Ve o vasat önder de vasatın olduğu gibi kalmasını ve kurulan düzenin böyle sürüp gitmesini sağlamak istiyor. Çünkü sonuçta vasat çıkıp da niye otobüsler zamanında gelmiyor ve biz niye hep balık istifi yolculuk yapıyoruz, ya da niye kaldırımlar her sene yenileniyor, diye sormuyor. Buna karşılık vasat önder ne diyor: Anayasayı millet yapacak! Yani hukukçu değil. Çünkü o statükocu ve seçkin.
   

 

Gasset’in dipnotları da yazıları kadar ilgi çekici. “İnsanın yalnızca anlayabildiği şeylerin yüceliğini değerlendirebildiğini” belirten Gasset (bu “anlama” meselesi politikacının iyi bildiği, kavradığı bir şeydir, çünkü vasata ulaşmanın yolu bu anlamda vasatın anlayabildiği söylemden geçer) bu konuyla ilgili dipnotunda, “İspanya’da yazara karşı duyulan beğeni hep sahtedir, içten bir hayranlıktansa iyi niyet ifadesidir. Oysa Fransa’da yazarın müthiş bir toplumsal gücü vardır. Bunun tek nedeni Fransızların edebiyattan anlamalarıdır,” diyor. Bilmem bu size bir şey hatırlattı mı?

 

Fakat bu kitapta yalnızca yazarın dipnotları yok. Çevirmen Neyyire Gül Işık’ın bir dipnotu da ilgimi çekti. Şöyle diyor Işık: “Ortega’nın tarih ve toplum konularındaki tüm ileri görüşlülüğüne karşın, kimi ahlaksal değerlerinde kendi çağının adamı olduğunu, yani ne denli ilerici ve laik olursa olsun, gelenekçi Katolik bakış açısının bazı izlerini taşıdığını göz önünde tutmak gerekir. Klasik bir yapıtı sunarken aslına uygun olmasını gözettiğimizden bu ifadelerini de aynen aktarmak durumundayız.” Söz konusu ifadeler, eşcinsellerle ilgili… Zavallı filozof… Kitabının Türkiye’de bir “özür” notuyla yayınlanacağını bilse kim bilir vasat konusunda daha neler söylerdi.

 

Gasset’in kitabı en çok neden ilgimi çekti? Son yıllarda Türkiye’de yaşananların bazı “solcu” arkadaşlar tarafından “sınıfsal bir hareket” olarak değerlendirildiği geldi aklıma da, o nedenle.

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.