Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Ve işte okurunu böyle kaybedersin



Toplam oy: 1413
Ve İşte Onu Böyle Kaybedersin “kitsch” kategorisine yakın, edebi-felsefi kavrayıştan uzak bir eser.

Junot Díaz, 1997’de edebiyat sahnesine Drown isimli eseriyle çıkmış, kendisinin de dahil olduğu Dominik asıllı ABD’lilere dair hikayeleri, kullandığı cesur dil ve anlatımıyla övgü toplamıştı. Tarihler 2007’yi gösterdiğinde, Dominik’ten ABD’ye göç etmiş bir ailenin başına gelenleri anlattığı Oscar Wao’nun Tuhaf Kısa Yaşamı ile Pulitzer Ödülü’nün sahibi oldu. Şimdiyse raflarda, Ve İşte Onu Böyle Kaybedersin isimli eseri var.

 

Kitabımızın merkezinde, Dominik göçmeni bir Amerikalı olan Yunior’un muhtelif hikayeleri yer alıyor. Kronolojik bir sıra izlemeyen bu hikayelerde, babasından abisine kadar hayatındaki tüm adamların “aldatan adamlar” olduğu Yunior’un bu minvaldeki kendi “maceraları”na eşlik ediyoruz. Lakin bu refakat, kadın karakterlerle ilgili anlatım ve karakterizasyon problemlerini de beraberinde getiriyor. Sayfalar boyunca Díaz’ın kadınları bağımsız birer varlık olarak değil, özneleşemeyen, Díaz’ın onlara verdiği “tepkimeler” üzerinden varolan nesneler olarak karşımıza çıkıyorlar. Ekseriyetle kadın vücudunun muhtelif parçalarına odaklı, kitabın diliyle söylersek kimi becerip kimi aldattığı ve sonra da onları nasıl geri kazanmaya çabaladığını temel alan hikayeler bir süre sonra bir alkol ya da kumar bağımlısının kısırdöngüsünü andırıyor. Bu nedenle kadın karakterler de soğuk, yavan, mesafeli ve sakatlanmış figürler haline geliyor.

 

Ataerkil Dil

Yazarın dilindeki akıcılık ve naiflik kitabı yer yer eğlenceli ve akıcı hale getirse de, bu naif ve samimi dilin ekseriyetle erkeklere hitap ettiğini belirtmeliyiz. Evet, kullanılan ataerkil dil ve küfürler ile bir erkeğin çekici bir kadına yaklaşım tarzındaki ilkel ifadeler biz erkek okuyucuları yavan-iptidai gerçekliğimizle kimi zaman gülümsetebiliyor. Fakat yazarın kadın vücudu ve duygularına karşı cinsimizin ataerkil gerçekliklerini y*ansıttığı bu dil ve yaklaşımların, bir kadın okuyucunun gözünden son derece irite edici-yavan görülebileceğini söylemek durumundayız. Üstelik feminist bir edebi bakışla taş üstünde taş bırakmayacak bir bombardımana da açık olduğunu itiraf etmeliyiz.

Bunların yanı sıra, kitaptaki anlatım bozuklukları (“Yani gülde belki günde bir kez olsun sen bir şey yapardın” gibi - s.14) ve yazım hataları da kimi zaman çokça göze batıp rahatsızlık verebiliyor. Lakin kitapların biçemlerine dair ülkemizdeki estetik göz önüne alındığında Domingo’nun -bu kitapta olduğu gibi- tercihlerini de tebrik etmek lazım. Ve İşte Onu Böyle Kaybedersin, her ne kadar son kertede bir “paçavra” olarak adlandırılamayacak olsa da, yukarıda izah edilen sebeplerden ötürü Amerikan kültür endüstrisinin şişirdiği, aterkil-benmerkezli, nesneci ve tekboyutlu çerçevesiyle “kitsch” kategorisine yakın, edebi-felsefi kavrayıştan uzak bir eser. Haliyle bu edebi-felsefi çerçevenin yetersizliğinde verilmeye çalışan mesaj da, şu yavanlığa indirgenmiş oluyor: “Aldatmayın, kötü olur.” Eksik olmayın Bay Díaz, bu kadarını aklımızda tutacağız...

Yorumlar

Yorum Gönder


Bu yazıyı kitabı sipariş etmeden önce okumalıydım.... OF.

45%
55%

ben de katılıyorum selçuk beye. kitap tam bir zaman kaybıydı benim için.

43%
57%

Herkes şu çocuk gibi lafını esirgemeden eleştirse ya. Çok mu zor?

43%
57%

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.