1999 yılında yayımlanan ilk romanı “Kara Büyülü Uyku” ile edebiyat kariyerine iyi bir giriş yapmıştı Vecdi Çıracıoğlu. Can yayınları ilk roman ödülüne değer bulunan bu tarihi romanında, İstanbul’un fethi sırasında kullanılan topları döken Macar ustaların uğraşını hikaye ederken dönemin tarihine resmi söylemin uzağında bir yorum getirmişti. Ardından “Cimri Kirpi” ve “Serseri Standartları Sempozyumu” adlı romanlarını, hikayelerini topladığı “Nehirler Denize Kavuştu” kitabını ve “Sarıkasnak, Denize Dair Hikâyat” adlı uzun öyküsünü yayımladı. “Rafetçe-Bir Ressamın Alacalı Paleti” adlı derlemesi ve eski milli futbolcu Metin Kurt’un hikayeleştirilmiş biyografisi “Gladyatör” diğer kitaplarıdır…
Birçok ödül kazanmakla birlikte, edebiyatta kendine özgü –eski deyişle nevi şahsına münhasır- bir yol izleyen Vecdi Çıracıoğlu’nun hak ettiği ilgiyi yeterince görmediğini düşünüyorum. İTÜ Metalürji Fakültesi'ni bitiren, çeşitli kentlerde demir-çelik dökümhanelerinde mühendis ve yöneticilik yapan, sonrasında kendisini tümüyle edebiyata veren Çıracıoğlu, bir süre profesyonel düzeyde futbol oynamış, bir süre de Rumelihisarı'nda balıkçılık yapmıştı. Roman ve hikayelerinde hayat deneyimini başarıyla yansıtır; özellikle de dibe vuran insanların dramlarını. “Gemileri Sayan Kedi”, Çıracıoğlu’nun üslubunu, üzerinde durduğu meseleleri ve insanları yansıtması açısından tam bir olgunluk dönemi ürünü.
Say say bitmez
Jale Sancak, “Nehirler Denize Kavuştu” kitabını değerlendirdiği yazısını şöyle bağlamıştı; “Vecdi Çıracıoğlu, daha çok karşı kıyıdakileri, sığ yargılarla adlandırdığımız, gönül indirmediğimiz, belki de hiç tanımadan korktuğumuz, çekindiğimiz, yüreklerimizdeki derinlikleri, yaşama cesaretlerini, zor koşullardaki savruluşlarını fark etmediğimiz insanları, kendisiyle yaptığımız bir söyleşide belirttiği gibi, "Tek yaşayan, tek ölen, ne var ki güzel ve bilge olan serserileri" anlatıyor; her defasında da küçümsenmeyecek bir soru bırakıyor yüreğimizde.”
“Gemileri Sayan Kedi” işte bu türden iki bilge serserinin karşılıklı konuşması biçiminde kurgulanmış. Birisi anlatıyor, diğeri dinliyor, bir süre sonra anlatanlar anlatılanlar birbirine karışıyor. Hep birlikte br hesaplaşmanın içine çekiliyoruz. Çıracıoğlu, 12 Mart ve 12 Eylül darbelerini yemiş, işkencelerden geçmiş, hapishanelere düşmüş, bedeni açlık grevlerinde hırpalanmış, özgürlüğüne kavuşsa bile hayatını bir türlü toparlayamamış, sonunda her şeye sırtını dönmüş bir adamın; boğaza bakan kırık dökük bir evde, pencere kenarındaki koltukta, elinde dürbünü ile günlerini boğazdan geçen gemileri sayarak geçiren bir adamın hayatı üzerinden yakın dönem tarihinden hüzünlü bir kesit veriyor.
Gemileri sayan adam –ya da kendi ifadesyle kedi- çileli ve uzun bir hayat içinden her biri bir diğerinden daha travmatik anlar, zor zamanlara dair anılar aktarıyor. Geçmişe doğru hızlı bir yolculuğa çıkıyoruz. Çocukluk çağlarına, hiç yaşanmayan gençliğe, üniversite yıllarına, 12 Eylül öncesinin siyasi mücadelesine, darbenin şiddetine dokunup geçiyor adamın anlattıkları. Dokunup geçiyor ama zamanın karakteristiğini yakalıyor. Hikayenin en trajik yanı ise özgürlüğe kavuştuktan sonrası. Güzel Sanatlar Akademisi öğrencisiyken girdiği hapishaneden çıkınca yalnızlığını, acısını, öfkesini heykel yapma tutkusuyla boğmaya çalışan kahramanımız önce alkolle, ardından aklını başından alan genç bir kadınla tanışacak, her şey yolunda gibi görünürken bir gün ansızın “film kopacaktır”… Artık dışarıdaki hayata tutunmak onun için imkansızdır…
“Gemileri Sayan Kedi”, bir türlü hesaplaşılmayan, hesabı sorulmayan 12 Eylül dönemine dair bir hikaye anlatıyor. Ancak sadece darbeyi ve darbecileri değil, darbeden zarar gören bir birey etrafında toplumun her kesimini sorgulamış Çıracıoğlu. Ve diğerleri gibi anlatıcının kendisi de masum değil. Adaletsizlik duygusu yaratan, hikaye hüznünü veren, günahının bedelini diğerlerinden çok ağır ödemesi. Kuşkusuz onun gibi daha birçok 12 Eylül mağduru var; Çıracıoğlu içlerinden birini, kendi meşrebine en uygun olanını seçmiş, bir dönemi bir tutunamayan üzerinden yansıtmış.
Tutunamayanlardan biri
Türk romanında tutunamayan insan tipleri Oğuz Atay’dan bu yana –ve yanlış “Tutunamayanlar” okumalarıyla- sıklıkla işlenmiştir. Bu günlerde gösterime giren “Kaybedenler Kulübü” ile sinemaya da taşınan tutunamamış insan tipi ile Vecdi Çıracıoğlu’nun tutunamayanı arasında önemli bir fark var. Tutunamamışlığı bir kimlik gibi taşıyan, fırsatını bulur bulmaz muktedirler arasına katılan “çakma” kaybedenlerle, geçici olarak düştükleri durumu güzelleyenlerle karıştırmamalı onları; “bilge serserilerin” sürdürdükleri hayat, felsefeleri gereği iradi seçimleridir. “Günahlarının” –belki de bütün insanlığın günahlarının- bedelini ödercesine toplumdan kopan, özgürlükle yalnızlığı birleştiren, kendisine sığınan, düzenli bir hayata sırtını dönen bireyleri anlatmaksa Çıracıoğlu’nun tercihidir.
Romanın başındaki tanışma faslı ve anlatıcının yanı sıra dinleyicin bilincine de yer vermesi dışında, her zamanki gibi klasik bir biçimde yazmış metnini. Doğrusal bir zaman akışı ile ilerleyen romana tadını veren önce seçilen hikayenin kendisi, sonra Çırcıoğlu’nun hikaye anlatma yeteneği. Sözlü anlatılar için kullandığımız “ballandırmak” sıfatının yazılı anlatımdaki karşılığı üslup güzelliğidir. Üslubu yaratan sadece kelimeler, cümleler, cümle yapıları değil, onların bir araya getiriliş biçimidir; hikayenin hızı, ritmi, temposudur. Vecdi Çıracıoğlu, daha ilk romanından başlayarak, artık giderek ihmal edilen üslup konusunda ısrarcı olduğunu göstermişti. “Gemileri Sayan Kedi”yi de böyle bir anlayıştan yola çıkarak hikayeleştirmiş. Mekanlara, insanlara, acılara, öfkelere, aşklara, duyguların yükselip alçalmasına eşlik eden kimi zaman sakin kimi zaman haykıran ama şiirini hiç yitirmeyen bir dille hesaplaşıyor 12 Eylül dönemiyle…
Çıracıoğlu’nun bilge serserisinin boğazı seyrederken hissettiklerini aktaran uzun bir alıntıyla örnekleyelim ve noktalayalım:
“Bazen pus çöker Boğaz'ın üzerine. Dürbünün mercekleri ardından kendimi uçsuz bucaksız okyanuslardan birinin serin sularında hisseder; yüzer, yüzer, yüzerim... Sonra çizgi kara¬yı görürüm hizamda, çok uzaklarda. Yine yüzerim. Sonrasını hatırlamam. Uyanırım zamansız vakitlerde geniş bir kumsal¬da, bayılmışımdır. Gözkapaklarıma yapışmış altın kum tane¬cikleri engeller gözlerimin açılmasını. Güneş ve kum tanecik¬leri... Bütün engellemelere rağmen zorla baktığımda, geniş kumsalda kumlar kıpırdanır, kıpırdanır ve ellerim çıkar önce içinden. Sonra ellerin sahibi ben, denizin köpüklü dalgaların¬dan çırılçıplak doğan Afrodit'in erkek olmuş misali... İşte o an şaşırırım kendimi gördüğümde dürbünden. Kumlarla oynarım çocuklar gibi mutlu, geleceğe dair so¬rumsuz ve yüzümden eksilmeyen tebessümle... Sonra eşe¬leyerek çıkarttığım ıslak kumların üzerine, bir kadın silueti yapar, yatarım üzerine serinlerim ıslaklığıyla hareketsiz... Za¬man durur, müzik başlar bir yerlerden, çalan klarnetin tiz sesi... Sonra can direği iyi ayarlanmış klasik bir kemençenin inil¬tisi gelir gaiplerden ve denizin ücra köşelerindeki balıklar ağlar... Tuzlu yaşları denize karışır. Dalgaların itelediği nağ¬meler, kumların üzerinden gelir, seviyesiz berrak kıyıya vuruş ritimleri tamamlar bütünlüğümüzü. Deniz ayaklarımı esir alır, hissederim okşayıcı yumuşaklığını. Deniz yalar kıyıya vurmuş yarım kalmış heykelleri, altımdan kadınlar kaybolur yükselen okyanus sularıyla. Ve ben, yalnızlıklarla yine baş başa değişen billur mavi hava gibi küf kokan gerçeğe, geldiğim yere dö¬nerim yeisle... Kum tanesi olurum... Suya kanşır gider, yine dürbünün içinden kendim olurum...”
ne güzel tahlil,ne güzel bir dil...
Yeni yorum gönder