Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Victor Serge değirmene karşı



Toplam oy: 896
Victor Serge
Ayrıntı Yayınları
Victor Serge, İçerdekiler'de kendisini anlatıyor gibi görünse de asıl yaptığı hapishaneyi ve oradaki insanların başından geçenleri aktarmak.

"Anarşizm Tarihi" diye sıkı bir külliyat hazırlansa (belki de vardır) Victor Serge, o kitabın önemli bir maddesi olurdu herhalde. Serge, gözü kapalı şekilde olayların içine dalan bir eylemci değildi; yazarlığının yanı sıra çevirmenliği, gazeteciliği ve şairliği de vardı. Çar II. Aleksandr suikaste kurban gidince ailesiyle birlikte Rusya'yı terk etmek zorunda kalan Serge, Brüksel'de geçirdiği gençliğinde Brüksel Devrimci Çetesi ile tanıştı. Lavrov, Kropotkin, Herzen, Çernişevski ve Belinski'ye olan hayranlığı onu sıkı bir militan haline getirdi. Rirette Maitrejean'la da bu sayede yakınlaştı ve ona âşık oldu. 

 

L'Anarchie dergisi için çalışmaya başlaması ise hayatının dönüm noktasıydı. Paris yıllarında hem dergiye destek çıkıyor hem de soygunlar yapıp burjuvaziye karşı tavır koyan Bonnot Çetesi’ne yaklaşıyordu. Bu yakınlık Serge'e 1912-1917 yılları arasında beş yıllık hapis cezası olarak geri döndü. İşte İçerdekiler, Serge'in Bolşevik Devrimi'ni büyük bir iştahla takip ettiği o beş yıllık dönemini anlatıyor. 

 

Serge'in, hayatının 1912-1917 arasını politik mahkum olarak geçirdiği göz önüne alınırsa hapishanede de "uslu" durmadığı tahmin edilebilir. Sıtkını sıyıran sistemden dolayı etrafı rahatsız eden Serge, hapisliğinde içeriden dışarıya seslenmekten geri durmaz. İçerdekiler'e bu tarafından da bakmamız gerekiyor. 

 

Serge, "her şeyin durduğu an" dediği tutuklanışıyla söze başlıyor ve hapishanenin anlamı ya da "hapishane kültürü" de denebilecek bir metin yazmaya koyuluyor. Anlatıcının hapishaneyle ilgili ilk gözlemi, hücrenin kuşatıcılığı ve otomatlaşan insanların kaybolan ruhu. İkincisi, hapishanenin geometrisi ve benlik üzerinde baskı kuran mimarisi. Anlatıcı Serge, bir bütün olarak hapishane deneyimini hikayeleştirmeye başlamasının nedenini kendini oyalama çabası biçiminde açıklar. Hapishanenin insanı ezen yapısını düşündüğümüzde Serge'in "çalış, aklı meşgul et" formülünün ne denli önemli olduğunu görürüz. Belki de bu yolla Serge ve arkadaşları, hapishane yöneticilerinin keyfi uygulamalarına karşı isyan taktikleri geliştirecek zihin jimnastikleri yapma fırsatı buluyor. Gardiyanlara karşı geliştirilen taktiklerin gerisinde, onların mahkumlara herhangi bir şekilde saygı göstermemesi ve ayrımcı uygulamaları yer alıyor. Serge'e göre, patron-işçi gerilimi gibi gardiyan-mahkum gerilimi de doğal bir süreç. 

 

Serge, hapishaneyi "modern bir şehre" benzetiyor; içindekilerin kendilerini "güvende," dışındakilerin ise korumasız hissettiği, mahkumları adam eden bir yapı: "Bir kalabalık barındırırken herkesi birbirinden ayırmayı gayet iyi başaran mimari." Panoptikon'un mucidi Bentham'ın kulakları çınlasın. 

 

"Ölüler evi" hapishanenin en halis yeri hücre, zamanı durduran, boş ve sıkıcı anları çoğaltıp önceden yapılan ne varsa insanı hepsinden koparan, kapısı çılgınca kilitli bir oda. Anarşistimiz için hücrenin belki de tek faydası var: Deliliğin geçerli olduğu o yerde "burjuva ahlakı kimseyi aldatmıyor." 

 

Mezar ya da düello

 

 

Hücreye tıkıldıktan sonra kendisiyle ve dünyayla hesaplaşmak için bol bol vakit bulan anlatıcı Serge, ömrü boyunca sistemle sorunu olduğunu ve hapishanedeki hayatın küçük farklar haricinde dışarıdakine benzediğini anlar. Saat gibi tıkır tıkır işleyen hapishane sisteminin temel dişlisi ya da daha doğru deyişle baskın karakteri az maaşlı yankesici gardiyanlar. Onların öncülüğünde yavaşlayan veya hızlanan hapishane yaşamı, bazen nabzı durduracak noktaya geliyor. Serge'in de dediği gibi, "gelecekteki zaman korkunç, şimdi ise uyuşuklukla dolu." Dış dünyanın gerçekliğinden kopan mahkum, akli dengesini yitirmeye ve sabit fikirlerle zihnini doldurmaya başlar. Hatta mistisizme yönelen ve patolojik bencillikler geliştirenlerden de bahseder yazar. 

 

Rahatlama ihtiyacı duyan mahkumların imdadına da hapishaneye serbest giriş hakkına sahip olan din adamları yetişir. Tanrısızların hücreleri ise, Serge'in deyişiyle, "mezarlık" gibidir; onlar kimseyi görmez. 

 

Ölü ya da ölüm demişken Serge, mahkumiyetin, hele müebbetin büyük bir işkenceden sonra gözü yummak olduğuna inanır. Hatta bu yüzden ağır ağır hapishanede ölmektense idamı yeğler. Serge bu babta hapishaneyi "mükemmel bir mezar" gibi veya bir düello olarak görür; genellikle morali yüksek suçluların ikincisini seçtiğine tanıklık eder. Söz konusu düellonun bir tarafında mahkum yer alırken, öbür tarafında ise "kişinin acı çekmeden yaşamasını sağlayan" hapishanenin mekanik ritmi bulunur. Serge bu ritme kolektif olarak yaşamdan koparılmış baskı altında çalıştırılma der: Hem mahkumları hem de gardiyanları kısıtlayan bir tür öğütücü değirmen. Belki de daha çok gardiyanları çünkü cezasını çeken gidiyor ama emekliliğini bekleyen gardiyan kalıyor. Sonuçta Serge'e göre bu değirmende en güçlü ve kötü olan şey sistem, "mükemmelliği" de onda gizli zaten. 

 

Sessizlik kuralı ve açlık üzerine kurulu disiplinin geçerli olduğu hapishanede çok şey biriktiren Serge'in başına gelenlerden biri de Birinci Dünya Savaşı. Daha doğrusu hücrelerden, koğuşlar ve avludan duyulan top sesleri. Hapishaneye doğru yaklaşan çarpışmalarla birlikte içeride süren savaş ilginç bir ironi yaratıyor. Tutukluların elinde çırpınan kanatlara benzeyen mektuplar da umudu temsil ediyor. Hiç bitmeyecekmiş gibi gelen öğütülüş, orayı ardında bırakana kadar Serge'in yaşadıklarının tümünü barındırıyor. 

 

Kodesin gölgesinde

 

Serge, cezaevinin içini olduğu gibi anlatıyor. Mahkumluğun ne anlama geldiğini gayet iyi bilen yazarın kitap boyu yaptığı en dikkat çeken şeylerden biri hükümlüleri hem iyi hem de kötü anlamda abartmaması, yani romantizme yönelmemesi. Serge'in anlattıkları, "Müebbet mi ölüm mü?" gibi bir sorunun mahkumlar arasında yaygın olduğunun kanıtı ve çoğunlukla ikincisinin bir kurtuluşu simgelediği de epey açık. 

 

Yazar, İçerdekiler'de kendisini anlatıyor gibi görünse de asıl yaptığı hapishaneyi ve oradaki insanların başından geçenleri aktarmak. Belli oranda benzerlikler bulunsa da bunlar, Serge'in anıları değil. Yoldaşlarını ihbar etmeye yanaşmadığı için tutuklanıp beş yıl hapis yattığı döneme dayanan İçerdekiler, Serge'in tekrar kodesi boylama gölgesinde tamamladığı birkaç romandan biri. Yazarın bir başka özelliği, mahkum olup intiharı seçen bazı arkadaşlarının aksine hapishane ortamını dışarı yansıtmayı; bir anlamda yaşarken ya da yaşayarak ölmeyi tercih etmesi. 

 

Hapishane mimarisine de yine bu dönemde merak salan Serge'in, burayı "suçun ve kötülüğün azgınlaştığı bir merkez" diye nitelenmesinin de altını çizmeli. Bir bakıma oranın "mükemmelleştirilme" çabasının beyhudeliğini vurgulaması, uzak görüşlülüğünü ön plana çıkarıyor. Yirminci yüzyılda devrimlerin yorumlanışı ve uygulanışındaki kimi sakatlıkları en iyi anlatanlardan biri olan Serge'in, İçerdekiler başta olmak üzere geriye bıraktığı kitaplarla tanıklığını belgelediğini de söylemek gerek. 

 


 

* Görsel: Tayfun Pekdemir

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.