Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Virginia'nın olmadığı her şey



Toplam oy: 604
Christine Orban // Çev. Birsel Uzma
Can Yayınları
Virginia ile Vita, Virginia'nın Vita'ya duyduğu sevgi ve şefkatin her satırda hissedildiği Orlando’ya başlamadan evvel, önsöz niyetine okunabilir.

Virginia Woolf zaten hepimizin malumu, ben size Vita Sackville-West’ten bahsedeceğim. Köklü, aristokratik bir aileden gelen Vita, 365 odası, 52 merdiveni, 12 giriş kapısı ve yedi avlusuyla İngiltere’nin en büyük evleri arasında bulunan, 1566 yılında Kraliçe I. Elizabeth tarafından kuzeni Thomas Sackville’e verilen, günümüzde ise bir kısmı müzeye dönüştürülen Knole House’ta, 1892 yılında doğdu. Fakat bunlardan daha fazla, şiirleri, romanları ve kendisi gibi biseksüel olan kocası Sir Harold Nicolson’la birlikte yürüttükleri açık evlilikle gündeme geldi. Kocasınınkilerden farklı olarak, tutkulu tabiatı ve belki biraz da kadın oluşu ve partner seçimleri dolayısıyla, Vita’nın ilişkileri daha çok konuşuldu. Bunlardan en çok konuşulan ikisi ise iki yazarla -Violet Trefusis ve Virginia Woolf’la- yaşadıklarıydı şüphesiz. Öyle ki, bu iki ilişki bugün de en az geçmişteki kadar merak ediliyor ve ilgi çekiyor. 1990 yılında yayımlanan ve Violet ile Vita’nın yaşadıklarınna odaklanan Portrait of a Marriage adlı mini diziyi, Violet-Vita ve Virginia-Vita arasında gidip gelen mektupların kitaplaştırılmalarını, Desiring Women adlı kitabı ve geçtiğimiz günlerde Türkçede Christine Orban imzasıyla çıkan Virginia ile Vita adlı romanı hep bu bağlamda değerlendirmek gerekir.

 

"Virginia, Vita'dan on yaş büyüktü, on kat daha az ünlüydü ve yüz kat daha fakirdi, ona ne verebilirdi ki?"

 

 

Virginia ile Vita 1920’lerin başlarında, bir yemekte tanıştılar. Virginia, o yemek sırasında yazar olduğunu öğrendiği Vita’yı eşi Leonard Woolf ile birlikte işlettikleri Hogarth Press’e davet etti ve Vita’nın bir romanı bu yayınevinden çıktı. Vita, Virginia’nın olamadığı her şeydi sanki. O yaşamayı pek güzel becerirken, Virginia yaşamak konusunda çekingendi; coşkulu mektuplar yazıyor fakat yazdıklarına uygun yaşamayı başaramıyordu. Değişken psikolojisi her zaman hesaba katılması gereken bir riskti; çocuk sahibi olmasının suları fazlaca bulandıracağından çekiniliyor, çapkınlığıyla bilinen Vita’ya duyduğu alaka da benzer tehlikeler barındırıyordu ve Virginia’nın depresyondan korunmasının tek yolu yeni bir roman çalışmasıydı. Öte yandan Vita cinsel enerjiyle doluydu, çocukları vardı, girişkendi, nasıl giyinilmesi gerektiğini iyi biliyordu. Virginia’nın değersizlik duygusundan kurtulmasının yolu ise, Vita’yı kontrol altında tutabileceği bir alana çekmek, aşklarını kağıda dökerek silmekti. O da bunu yaptı ve Vita’nın oğlu Nigel Nicolson’ın “edebiyat tarihindeki en uzun ve en büyüleyici aşk mektubu” diyerek tarif ettiği Orlando böylece doğdu. “(Virginia,) Vita’dan on yaş büyüktü, on kat daha az ünlüydü ve yüz kat daha fakirdi, ona ne verebilirdi ki?” Virginia, Vita’ya eşsiz bir kitap verebilirdi.

 

Bu iki kadın arasındaki aşkın Orlando’nun yazıldığı dönemine odaklanan Virginia ile Vita, Virginia Woolf’un romanlarındaki derinliğin kıyısından bile geçemeyen, yazarın onu intihara götürecek mizacını ve zihnini gözümüzün önünde canlandırmak yerine, günün birinde intihar edeceği gerçeğini gözümüze sokarak hatırlatan bir roman; üstelik en güçlü kısımları iki sevgilinin mektuplarından alıntılanan sayfalar. Virginia’nın Vita’ya duyduğu sevgi ve şefkatin her satırda hissedildiği Orlando’ya başlamadan evvel, belki bir önsöz niyetine okunabilir...

 

 


 

* Görsel: Aslı Yazan

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.