Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

"Viva España!"



Toplam oy: 751
Ignacio Martinez de Pison
Kalkedon
Pisón, Yarından Sonra'yla bir kâbustan uyanmaya uğraşan ve nihayet doğrulan İspanya'yı bütün çıplaklığı ve sokağın ağzıyla bize sunmuş.

Hemen her ülkenin tarihinde geride bıraktığı karanlık bir tünel var. Üstelik bu yolculuk, o dönemde yaşayanlara hiç bitmeyecekmiş gibi gelir ama biter. Fakat ne kadar hasar bıraktığı, hangi acıları "hediye" ettiği hep tartışılır.

 

İspanya'da 1923'ten başlayarak faşizmin temelleri atıldı. Primo de Rivera'yla nefes alıp vermeye başlayan bu süreç, iç savaştan sonra Franco'yla zirveye çıktı. Bir dolu insan bu öğütücünün içine atıldı, mutlu olanlarsa zenginliğine zenginlik kattı.

 

Elbette o dönemi ve sonrasını anlatan filmler çekildi, kitaplar kaleme alındı. Ignacio Martínez de Pisón da bunu yapan önemli isimlerden biri. Yarından Sonra, onun Franco ve Francosuz İspanya'da neler olup bittiğini gözler önüne serdiği büyük romanı.

 

"İspanyol vatandaşlarının iyiliği için"

 

Pisón'un yapmaya uğraştığı şey, Franco döneminde ve Franco'nun ardından İspanya'nın ne hale geldiğini resmetmek. Toplumun tamamının yanı sıra tek tek bireylerin, diktatörün yönetiminden payına düşenleri ele alıyor yazar.

 

Tabii bu arada Pisón'un anlattıkları, insanların "normal" biçimde yaşadığı, fazlaca farkına varamadan akıp giden hayat. Örneğin çalışma ortamı, yolculuklar ve elbette aşk. Alt sınıftan birinin üst sınıftan bir başkasına âşık olması ya da tersi ve yukarıdakinin ailesinin buna burun kıvırması. Bir tür sosyal ilişki eleştirisi. Pisón, dönem İspanyası'nı bize bu ilişkiler üzerinden veriyor. Ama bir taraftan da ülkenin tek hâkimi Franco, iktidarının sağlamlığı için her yolu denerken Avrupa'da başka umutlar adına hareketlenmeler başlıyor. Ramon, Justo, Pascual Ortega ve anlatıcı Noel tüm bu ortamın içinde ayakta durmaya ve kendi umutlarını canlı tutmaya uğraşıyorlar. Kimi o dönemin gereğini yapıp yükselmeye ve iktidarın inanç şemsiyesi altına girmeye, kimi de âşık olduğu insanın yanında bulunmaya çalışıyor. Bununla birlikte kavram karmaşası da söz konusu. Örneğin romandaki karakterlerden bazıları komünizmle anarşizmi ya da esrar içmekle sosyalizmi aynı görüyor. Haliyle iş onlar için "farklı olmaya, aykırılığa ve ailelerinin yapmalarını istemediği şeyleri yapmaya" gelip dayanıyor. Çeperden merkeze, oradan tekrar çepere doğru bir yolculuk bu; tedirginlik veya arayış demek de mümkün.

 

Evsizlere başını sokacak bir yer, işsizlere kıt kanaat de olsa geçinmelerini sağlayacak bir iş ve okumak isteyen yoksullara öğrenim görme imkanı (!) veren Franco'yu bir "baba" gibi algılayanların sayısı hiç de az değil. Asilik yapmadıkları sürece Franco da herkesin, zengin ve fakirlerin "dostu." Boşuna onun önünde bir dolu insan "Viva España!" diye bağırmıyor. Fakat bunun ne anlama geldiğini bilen büyük bir kitle de var. "İspanyol vatandaşlarının iyiliği için" sağa sola emirler yağdıran Franco ve adamlarının, bu itaat ve ondan doğan baskıyla nasıl güçlendiğini de biliyor bahsi geçen kitle. Üstelik o emir-komuta zinciri, çoğu ailenin çocuklarını korumak için bilinçsizce ve otomatik olarak uyguladığı bir yönteme dönüşüyor: Gittikçe yaşlanan ve ondan sonra ne olacağı tartışılmaya başlanan Franco'nun, İspanya'ya "kazandırdığı" en önemli şeylerden biri de bu.

 

Muhbirler ve mağdurlar

 

Pisón'un romanda önümüze koyduğu en belirgin şeylerden biri de komünistlerle karşıtlarının yüz yüze gelip birbirini tartması. Özellikle İspanya'da 1970'lerde rastlanan bu durum, yazar tarafından ikili ilişkilerin arasına serpiştiriliyor. Doğal olarak iki bloğa da kaygı hâkim çünkü bazı "şüpheliler" nedeniyle gruplardan kaç kişinin öbür tarafa hizmet ettiği ya da edebileceği yoğun biçimde tartışılıyor.

 

Aynı günlerde kulaktan kulağa fısıldanan "Franco'ya dayanmak zorunda değiliz" sözü, ülkedeki huzursuzluğu anlatmak için yeterli. Bu güçlü ama sessiz akış, rejimin (aslında çok da sağlam olmayan zemininin) kaymaya başladığının göstergesi. Anlayacağınız hem roman karakterleri hem de ülkenin genelinde var olan, en yalın deyişle sonu kestirilemeyen bir sancı.

 

Rejime batmışların en büyük endişesi, bina yıkıldığında kendilerini kurtaramamak. Franco'nun gazabına uğrayanların derdi ise adil bir adalet.

 

Diktatörün karşısına cesaretle çıkan ve onu açıkça eleştiren az sayıdaki insanın ötesinde Francocu olmak işine geldiği için o kulvardan koşan azımsanmayacak sayıdaki kişinin varlığı Pisón'un romanına da girmiş. Yazar, "Franco'nun ölümünden sonra herkes sanki hayatı boyunca demokratmış gibiydi" diyerek olan biteni özetliyor.

 

Pisón'un romanında öne çıkanların başında, dağılan ve belli bir zaman tortusu kalacak bir yapının yerine yenisinin kuruluş sıkıntıları geliyor. Muhbirler ve Franco taraftarlarının telaşı, demokrasiden yana duranlarınkine karışıyor. Bir bakıma kapsamlı temizliğe girişenlerle bundan etkilenmemek için çırpınanların gerilimi. Hemen her şeyin Franco'nun koyduğu "kurallara" göre şekillendiği dikkate alınırsa ondan sonraki dönemde hayatın bütünü (siyaset, üniversiteler, ekonomi, aşk vb.) yeniden düzenleniyor. Bu girişim ve hesaplaşmalar, gerçeklerden hareketle anlatıcı Noel'in dilinden bize yansıyor.

 

Pisón, Yarından Sonra'yla bir kâbustan uyanmaya uğraşan ve nihayet doğrulan İspanya'yı bütün çıplaklığı ve sokağın ağzıyla bize sunmuş. Yaşadığını zanneden ama aslında sadece emirlere uyan bir kitlenin koltukta tuttuğu Franco'nun ardından pek çok yalanın ortaya çıktığı ülke, Pisón'a göre ders alınası gerçeklerle dolu ve o, Yarından Sonra'yı zaten biraz da bu yüzden yazdığını söylüyor. Fakat romanı bununla kısıtlarsak Pisón'a haksızlık ederiz. Kitabın bütününe bakınca yazar, bizi kendi kendimize eğriyi doğruyu bulalım diye o döneme yerleştirme derdinde. Tabii buna vakit ayırmamız mümkünse...

 

 


 

 

* Görsel: Badia-Vilato

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.