Kurt Vonnegut, hep bildiği yoldan gitti; “bildiğini yazdı.” Bunu yaparken de metinlerinden ironiyi hiç eksik etmedi. Zaten büyük acıların ortasında kalan kalemi sağlam yazarların, ironinin âlâsını yapma hakkı hep saklı. Vonnegut, eserlerinde o hakkı sonuna dek kullandı. İroniyle beraber yürüyen mizah, onun perdeye değil de, perde gerisindekilere yoğunlaşma huyuyla birleşince ortaya, 20. yüzyıl insanının anlam veremediği kimi durumları bütün çıplaklığıyla anlatma becerisi çıktı.
Vonnegut, bildiğimizin dışında bir efsaneydi ve efsane sürüyor: Daha önce yayımlanmamış öykülerini bir araya getiren Enayinin Portföyü'nde, Vonnegut her zamanki gibi kirli çamaşırlarımızı yine mizahla, ironiyle ve hayli dokunaklı biçimde ortalığa saçıyor.
Kendi yolunu çizmek isteyenlere...
Vonnegut, zamanla sorunu olan bir yazardı. Çoğunlukla geri dönüşler yapar ama oradaki hiçbir şeyi temize çekmeye uğraşmadan yaşananların üstünden kendi üslubuyla geçerdi. Buna kattığı kurguyla da sanatını konuştururdu. Enayinin Portföyü'ndeki öykülerde de buradan ilerliyor fakat kendisine yöneltilen “zamana kafası takık” eleştirisini boşa çıkarıyor. Çünkü göremediğimiz ayak oyunlarını ve başarısız hinlik girişimlerinden doğan trajikomik durumları anlatarak ölü gibi yaşadığımız anları yüzümüze vuruyor. Yani zamanla sorununu, dolu metinler yoluyla yaşıyor. Üstelik bakıp keyif almak yerine, çiçeklerin kökünden koparıldığı dönemlere atıf yaparak insanoğlunun zalim tarafını vurgularken hikayeler uydurmayı bırakmanın, çocukluğu öldürme anlamına geldiğini de ima ediyor. Ancak Vonnegut, hikaye uydurmak ile kandırmak arasındaki ince çizginin farkında ve kandırılan insanın kendisini ne kadar aptal, kandıranın da zeki hissettiğini öykülerinde çarpıcı biçimde dile getiriyor. Günahı iyiliğinden fazla kurnaz insanın portresini çiziyor bir bakıma.
Öykülerin satır aralarında, naif olanlarla onu avlamaya hazır insanların hayattaki konumu belirgin bir yer kaplıyor; böylece hiç eskimeyen ama şekil değiştiren hikaye bir kez daha karşımıza çıkıyor. Vonnegut'un öyküleri, hiçbir şey anlatmıyor gibi görünürken öyle bir cümleye çarpıyoruz ki resmen silkeleniyoruz: “Hayatınızı başkalarının istediği şeyleri yaparak harcayamazsınız.”
Vonnegut'un hep en iyi bildiği şeyi, yani ABD'yi anlattığı zaten ortada. Bunun yergi dolu hali ve zaman zaman kendisi ve çevresiyle alay edercesine kaleme kağıda sarılması, onun edebiyat omurgasının sağlamlığını da gösteriyor. Enayinin Portföyü'ndeki kimi öykülerde, girdiği bu damar tarihle buluşarak yine zaman sorununa ulaşırken Vonnegut, köklerine dönüp bakmayı ihmal etmiyor: “Pis işlerin en pisleri çoktan yapıldığı için benim atalarım okullarını, kütüphanelerini, senfoni orkestralarını ve benzerlerini inşa ederken Âdem'le Havva gibi pirüpak hissetmişler; sanki bu verimli topraklarda onlardan başka kimse yaşamamış. Doğurgan olduklarından çoğalmışlar fakat tıpkı benim gibi kendilerini Alman olarak görmeye devam etmişler.”
Vonnegut, zamanında süregelen çılgınlığı bize anlatırken tıpkı Enayinin Portföyü'ndeki öykülerde olduğu gibi küçük hayat dersleriyle önümüze dikilmeyi hep bildi. Ama öğreten değil, anlatan adam oldu. Bu kitapta da böyle; bazen yazar ve antropolog bazen de sokakta yürüyüp etrafa bakınan bir adam olarak beliriyor. Belki karanlıkta geziniyor ancak daha iyiye ulaştıracak yolları; üstün olanı değil, iyi insanı arıyor.
Görsel: Servet Kesmen
Yeni yorum gönder