Hayır, öyle bitmiyor. Yüzlerce sayfa süren kalp çarpıntısı, gelgit, kaçıp kovalamaca, Mr. Darcy'nin Elizabeth'e evlenme teklifi etmesiyle son buldu ve perde kapandı, son yazısı belirdi, kitabın arka kapağına ulaştık diye hikaye bitti sanıyoruz. Çok yanılıyoruz. Aslında devamı var, görmediğimiz odalarda, okumadığımız sayfalarda bir şeyler olmaya devam ediyor.
Julian Barnes ilk olarak Seni Sevmiyorum'un devamı niteliğindeki Aşk, Vesaire'yi yazdığında altını çizmişti bu 'devamı var' nosyonunun. Biz görmek istesek de istemesek de hayat devam ediyor, ama nedense o 'devam' evresini anlatmak pek cazip bulunmuyor – keza okumak ve izlemek o kadar eğlenceli olmuyor. En sonunda bahçeli bir eviniz oluyor ama ne tip bitkiler yetiştireceğiniz konusunda eşinizle bir türlü mutabakata varamıyorsunuz; ya da biriniz yaşadığınız şehirde dahi elinde haritayla dolaşmaya meraklıyken öteki bilmediği bir yemeği pişirecekken bile tarife göz ucuyla bakmayı yeğliyor; ya da yürüyüş molasında kahve içmenizi nazik sevgiliniz bir türlü kabul edemeyip boşuna ne kadar su kaybedeceğinizden ve yürüyüşün zaten yeterince uyarıcı olduğundan bahsediyor. Ortada daha önemli problemler varken, önemsiz şeyleri tartışıp duran, örneğin kendi yumurta pişirme yönteminin kesinlikle en doğrusu olduğunu iddia eden sizin benim gibi insanların hayatları.
Eh, pek sürükleyici bir hikaye olduğunu iddia etmek zor. Havai fişekler yok, büyülü anlarla örülü bir peri masalı değil anlatılan, son buluşmanızda büyük bir fırtına da kopmamış aranızda. Her gün yaşadığımız hayat. Evlilik, ilişki, aile, çocuklar. Bunlar üstüne söylenecek ne var sanki? Olsa olsa sıkıcılığa düşebilir insan; genel geçer, harcıalem, herkesin başında mevzular işte. Peki sanat illa bizi sıradanın ötesine taşıyan şeyler mi sunmak zorundadır? Birebir hayata dair olamaz mı? Artık hem yazılı hem görsel, kurgu ve belgesel nitelikte sayısız eser, aile, evlilik, çocuk yetiştirme, kuşak çatışması, gündelik kasaba ya da şehir hayatı gibi bir anlamda pek de 'haber değeri olmayan alelade şeyler'i konu ediniyor. Giriş-gelişme-sonuç kalıbına bağlı kalmayan, keskin iniş çıkışları olmayan, Freudyen anlamda id sularında dolaşmayan (yani elini ete ve kana bulamayan), herhangi bir çiftin hayatından herhangi bir kesite odaklanan minimal kurgular yaygınlaşıyor. Nabız da aynı yolu izliyor: “...zaten büyük şeyler bazen öylesine büyüktürler ki onlar hakkında söylenebilecek pek bir şey yoktur, oysa küçük şeyleri tartışmak daha kolaydır.” (s. 220)
Julian Barnes hepimizin cebelleştiği gündelik ifritleri kovalıyor: flört, yaşamı ciddiye/hafife almak, birbirini çekemeyen dostlar, en basit farklılıkların yarattığı ayrılıklar, yalnız kalmak, rutin, anababalık sıkıntıları, anne babalarımıza mutat ihtiyacımız, bir partnerde ne ararız, vs. Bir yandan her anlatıyı romantizm filtresinden geçirenlere nanik yaparken (Garibaldi'nin Anita'yla karşılaşması miti, pamuklu geceliğiyle sevişmekte ısrar eden sevgililer, ideal olmaktan uzak çiftler, tek başına kalınca tasarruf edilen zaman, bir dahaki sefere dahi iyi bir seçim yapacağı konusunda özgüveni olmadığı için mutsuz ilişkilerini bitiremeyenler) öte yandan hayatımızda küçük romantik mutluluklara hala yer olduğunu da yadsımıyor (birbirinize uygun olabileceğinizin ilk iması olan o nabız anı, sevdiğiniz tenin kokusu, elele yürüyen anne babaya gıptayla bakmak).
Ahmet Haşim bundan 80 küsur yıl önce “Kahramanı zevce ve mevzuu izdivaç olan hikayeden daha tatsız ne olabilir?” buyurmuş. Aslında haksız sayılmaz, Nabız dahil aşka dair gerçekçi kurguların ne kadar 'tat'lı oldukları tartışılır, çoğu tatlılı ekşili, bazen kekremsi. Ve fakat, hayat da öyle, yapacak bi şey yok... Aylak Adam C. soruyordu niye kurgu karakterlerin hiç çişi gelmez diye, halbuki ömrümüzün hatırı sayılır vaktini tuvalette geçirmiyor muyuz?
Yeni yorum gönder