Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Ya içindesindir çemberin ya da epey içinde



Toplam oy: 1126
Dave Eggers // Çev. Handan Balkara
Siren Yayınları
Çember, internet üzerinde yapıp ettiğimiz her şeyle totalitarizmin gönüllü destekçisi olduğumuzu haykıran bir distopya.

Dave Eggers çağdaş Amerikan edebiyatının en “kariyer”li genç yazarlarından biri. Ödüller ve “en iyi/en güzel”li listeler her daim tartışmaya açık olsa da, kabul edelim ki, bir yazarın Times dergisinin  o meşhur “Dünyanın En Etkin 100 Kişisi” listesine girdikten sonra bir de TED ödülünü alması öyle sık karşılaştığımız bir şey değil. Pulitzer finali ve Médici ödülü gibi ciddi başarılar kazanmasına karşın eğer bir yazarı anarken, akla ilk önce Times ve TED gibi tepe “marka”lar gelmeye başladıysa, artık bir “yazın yaşamı”ndan değil de “kariyer basamakları”ndan söz etmek daha uygun bir seçenekmiş gibi geliyor bana. Üstelik Spike Jonze ve Sam Mendes gibi isimlere senaristlik yapmış, insan hakları krizleri hakkında popüler kitap serileri de çıkaran McSweeney’s Yayınevi’ni kurmuş bu “yıldız yazar”ın kitaplarının büyük bir kısmını bir süredir Türkçede okuyabiliyoruz. Çember ise Eggers’ın kariyer basamaklarının şimdilik en üstünde duruyor. 

 

Çember, her ne kadar yakın geleceği konu edinen bir bilimkurgu romanıysa da, halihazırda içinde barınmaya çalıştığımız dünyadan da pek çok şey var kitapta. Romanın yapısı, internetteki aramaların yüzde 90’ını yöneten bir Amerikan şirketi olan Çember’de iş bulan taze mezun Mae’nin deneyimleri etrafında kurulmuş.

 

Çember ilk bakışta yalnızca günümüzün dev teknoloji şirketlerinin kümelenmiş bir versiyonu gibi görünüyor: Twitter, Apple, Google, Facebook ve YouTube’un bir araya gelerek oluşturduğu bir yığın adeta. İnternet aramalarının yanı sıra sosyal medya tekelini de elinde bulunduran, kolay ulaşılabilir ve yenilikçi elektronik ürünler tasarlayıp piyasaya süren Çember’de iş bulmak “iyi eğitim” almış herkesin ideali. Nasıl olmasın ki? Bütün çalışanlara “demokrasinin nasıl olabileceği ve nasıl olması gerektiğini herkese göstermesi” misyonunun yüklendiği cennet gibi bir yer burası! Müşterilerin istediklerini alamadıkları, televizyon gibi antidemokratik mecraların dönüştürülmesinin, yapan/yazan ile seyreden/okur arasındaki “feodal düzenlerin son kalıntılarının” ortadan kaldırılmasının varlık sebebi kılındığı bir düzeneğin parçası olmak, varmaya çalıştığımız yatay ilişkiler çağında birçok insanın arzu ettiği bir gelecek değil mi? Bütün çalışanlar, şirketin dünyanın geri kalanına aşılamaya çalışıp büyük oradan başarılı olduğu şeffaflık politikaları gereği, katıldıkları etkinlikleri, maruz kaldıkları bütün iyi ve kötü deneyimleri açık erişime açmakla da yükümlü. Şirketin geliştirdiği ürünlerin muhtevasını da kulağa en başta hiç de fena gelmeyen sloganlar şekillendiriyor zaten: “Mahremiyet hırsızlıktır”, “sır yanıltır” ve seven insan eninde sonunda “paylaşır.” Zaten dünyada olup biten kötü ne varsa hepsi perde arkasında çevrilen dolaplar, katmer katmer üzerimize çöreklenen sırlar yüzünden değil mi? Herkesin izlendiğinin farkında olduğu, gizlisi saklısı olmayan bir toplumda kötülük yayılmaya fırsat bulabilir mi hiç?

 

Tutku, katılım ve şeffaflık: Şirkete hemen uyum sağlayamayan romanın ana karakteri Mae’nin yöneticilerce suçlanması da işte bu üç sihirli sözcükten, bu sözcüklerin hakkını gereğince verememesinden. Kano sporunu sevmenin başlı başına yeterli olmadığı, şimdiye benzer bir kurmaca var elimizde. Sevdiğini göstermen, kanoculuğa ilgi duyan diğer insanlarla tanışman, katıldığın etkinlikleri, fotoğrafları paylaşman bekleniyor senden. “Kağıda bakarsın ve iş biter. Seninle birlikte biter. Öte yandan deneyimlerini belgelediğini düşün bir de. Gördüğün her kuşun kimliğini doğrulamana yardımcı olacak bir araç kullanırsan bundan herkes faydalanabilir.” Tabii diğer insanların merakını dindirir, bu yolla katılımcı bir demokrasiyi mümkün kılarken, “Dünya Görsel Arşivi”nden sen de faydalanabilirsin. Aklına gelen kişinin adını gir ve bırak Çember bütün geçmişi önüne sersin. Ofis arkadaşının “dışarıdaki” hayatını mı merak ediyorsun? Yaz ismini arşive, ister annesinin cenazesindeki isterse düğünündeki hali gelsin ekranına. Onlarca kimlik ya da şifreyi neden ezberleyesin ki? Bırak tek bir Çember kimliğin olsun. Kişisel satın alma eğilimlerin ve alışkanlıklarının en doğru şekilde saptanması varken beklentilerin neden nadiren karşılansın ki? Sen her şeyin en iyisine layıksın.

Tekno-fetişizm

 

Çember, internet üzerinde yapıp ettiğimiz her şeyle totalitarizmin gönüllü destekçisi olduğumuzu haykıran bir distopya. Evet, iradi totalitarizmlerin egemen olduğu toplumlar olmaya çok yakınız gerçekten: Çember’in başta olduğu gibi son sayfasında söylediği şey de aslında bu. Belki de bu yüzden okurda bir beklenti yaratmak, sonra da onu karşılayamamak gibi bir sorunu da yok romanın. Ama bu durum, bir başka aksaklığa da işaret ediyor olabilir pekala: Roman okurda nerdeyse hiçbir beklenti yaratamıyor. Bu yüzden kitaba başladıktan bir müddet sonra, ilerleyen kısımlarda karşılaşmayı umduğumuz “teknoşok” olaylara kadar okumaya devam edebilmek biraz sabır, biraz da bir tür görev bilinci gerektirebilir. Günlük yaşantımızda önemli birer yer tutan arama motorlarının, müzik/video sitelerinin ve sosyal paylaşım ağlarının birkaç yıl sonra gelebileceği noktaya dair bu karanlık okumanın, romanın olay örgüsünü yönlendiren “kehanet”leri bu kadar hacimli bir kitaba evirmesi de sorgulanabilir bir tercih. 

 

Yine de bütün bunlar Çember’in, tekno-fetişizmin ilham verdiği en oturaklı distopyalardan birisi olmasının önüne geçememiş. Haberleşme, bağlı olma (connected) halinin arazları ortadayken, romanda kurulan dünya bir distopya olarak kalabilecek mi hep birlikte göreceğiz.

 

 

 


 

 

 

Görsel: Onur Aşkın

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.