Hermann Hesse, bilhassa Türk okurunun “Bozkırkurdu” ve “Demian” gibi eserleriyle beğenesini kazanmış, 60’larda, Amerika’daki gençlik hareketinin (kısmen yanlış algılanarak da olsa) ilahlarından biri haline gelmiş, iki dünya savaşı esnasındaki toplumsal nevrozu yaşayarak eserlerine yansıtmış, bireyin; kitle, otorite ve kolektivizm karşısındaki direnişinin simgelerinden biri haline gelmiş, Berlin’deki heybetli Alman yazarları anıtında ismi Goethe ve Kant ile birlikte ölümsüzleştirilmiştir. Peki Hesse, o hiç umursamadığı dünyaca ünlü şan ve şöhrete kavuşturan, çok zor ve acı zamanların örsünde, nasıl dövülmüştü?
Bernhard Zeller, müdürlüğünü yaptığı yıllarda Alman Edebiyat Arşivini uluslarası üne kavuşturmuş, edebiyat alanında ülkesine yaptığı hizmetlerden dolayı Federal Almanya liyakat madalyasına layık görülmüş bir isim. Zeller’in elindeki muhteşem kaynak bolluğunun da yardımıyla, büyük bir titizlik ve araştırma sonucu kaleme aldığı, 2005 yılında yazılmış olan ve uluslarası listelerde çok satanlar listesine girmiş olan Hermann Hesse (1877-1962) monografisi, YKY tarafından geçtiğimiz günlerde Türk okurunun beğenisine sunuldu. Kitap bilhassa Henri Troyat’ın kaleme almış olduğu “Dostoyevski” çalışması gibi, yazar ve yapıtları arasındaki bağ üzerine daha güçlü bir kavrayış gerçekleştirmek isteyen Hesse severlere hitap ederken, Hesse’nin yaşamış olduğu dönemdeki edebi ve toplumsal ruha da ayna tutuyor.
Yalnız bir sanatçının doğum sancıları
Hesse küçük yaşta eyalet sınavını kazanarak eğitimiyle ünlü Württemberg’deki Maulbronn Manastırı’na gönderilir. Ancak; daha o yaşlarda Tanrı ve dünyayla cebelleşir durur, daha sonra Çarklar Arası isimli romanında, Manastır yıllarında içerisinde bulunduğu tufanı şöyle açıklayacaktır: "Biebenrath’ın kurbanı olduğu ve benim de, bir zaman neredeyse altında ezileceğim güçlerden, okul, ilahiyat, gelenek ve otoriteden biraz da davacı rolünü oynadım, eleştirdim bunları." Hesse’nin arkadaşları ailelerinin isteği üzerine, bir bir ondan uzaklaşır. Ancak; her ne kadar bu ruhani buhranlar okuldan ayrılmasına mal olsa da; Sturm und Drang dönemini, Dickens’i, Goethe’yi, Swift’i, Turgenyev’i ve daha nice üstadı hatmetmiş, iyi bir Latince ve Yunanca bilgisine sahip olarak sağ salim atlatır Hesse. Daha o zamandan geleceğini kafasında oluşturmuş, Müzlerin sesine kulak vermiştir. Sonraları Kısa Yaşamöyküsü isimli eserinde şöyle diyecektir: "On üç yaşımdan başlayarak şunu açıkça anlamıştım ki, ya bir yazar olacaktım ileride ya da hiçbir şey."
Hesse 1895 yılında Tübingen’e gelerek bir kitabevinde çıraklığa başladı. Nietzsche ve Chopin’in posterlerinin asılı olduğu odasında, giderek toplumdan soyutladı kendini. Hem sitem etti yanlızlığa kimi zaman; "Okul döneminden beri sürekli yalnızlığa mahkum edilmiş olmam ve sonunda yalnızlığın adeta bir kız arkadaş kimliğini kazanması tuhaf doğrusu. Dostluk kuracak birini bulamıyorum, belki de nedeni fazlasıyla mağrur oluşum, dolayısıyla kimsenin gönlünü kazanıp onu dost edinemeyişim. Alıştım artık, üç yıldır yalnız başıma düşünüyor, yalnız başıma ezgiler mırıldanıyorum." Hem de edebiyata olan aşkı üstün gelir bu yalnızlığa: "Eli yüzü düzgün kitap ve dergiler okuyarak geçirmediğim her saate kaybolmuş gözüyle bakıyorum… Boşa geçen anlar hiçbir vakit şimdiki kadar değerli görünmedi bana."
Estetik bir dünya kurar kendine Hesse, edebi bir panteizmdir sanki bu. Yazın dünyası dostların ve sohbetin yerini alır. Fakat iç dünyasına kapanmanın, tabiri caizse eski Yunan felsefesinin temel özdeyişlerinden olan Kendini tanı’manın (Delfi’deki Apollo tapınağında hala yazılı durmaktadır) ve edebiyatla bütünleşmenin karşılığını alır Hesse. 1896 yılında Madonna isimli ilk şiiri basılır. Bundan sonra da, 1904 yılında basılacak olan romanı Peter Camenzind ile başlayan ünü, 1943 yılında basılan son büyük eseri Boncuk Oyunu’na kadar katlanarak devam eder.
Bireyin toplumla, sanatçının baskıyla savaşımı
Hesse’nin gençliğinde başlayan yalnızlık süreci, ilerideki yapıtlarını anlamak için mühim bir mihenk noktasıdır. Tanınmaya başladıktan sonra bile, Hesse toplumsal olanın hegemonyasından uzak durmaya çalışır. Alman sanat çevrelerinde atılım yapmak isteyenlerin o zamanlar gitmekte olduğu Münich ve Berlin’in aksine, sakin ve kırsal bir bölge olan Basel’e yerleşir. 1951 yılında yaşlı bir adam olarak, 40 yıl önce kaleme almış olduğu, Peter Camenzind isimli eseri üzerine çalışmakta olan bir üniversite öğrencisine, o bitmeyen yardım severliği ve sevgisiyle yazdığı mektupta şöyle der Hesse: "Toplululuğu, arkadaşlığı ve uyumu değil, bunların tersini arar Camenzind, pek çok kişinin yürüdüğü yolu değil, kendine özgü yolu inatla izlemeye çalışır. Başkalarının peşine takılmak, başkalarına ayak uydurmak değil, kendi ruhunda doğa ve dünyayı yansıtmak, yeni görüntüler halinde bunları yaşatmak ister. Toplulukta bir yaşam için yaratılmış değildir, kendi düş dünyasında yalnızlıklar içinde saltanat süren bir kraldır."
Hesse’nin romanlarına aşina olan okuyucu için, bu betimlemenin aslında yazarın romanlarındaki ana motif olduğu göze çarpacaktır. Hesse’nin bu tavrı ipso facto bir duruştur da aslında, tavırsal değil, özsel bir isyan ve tehtiddir sisteme karşı. Çünkü; Zeitgeist, yani zamanın ruhu bireyin karşısındadır. Öyle bir çağda yaşamıştır ki Hesse, insanlık tarihinin en büyük trajedilerinden olan iki dünya savaşına tanık olmuştur. Kana susamış modernizmin ipini kopardığı bir çağda bireye yer yoktur. Dünyanın ve bilhassa Avrupa’nın kitlesel bir nevroz geçirdiği bu dönem, sistemin potasında eritip adeta bir robot gibi hizmetine sokamadığı bireyi tehtid olarak görür, bütün gücüyle saldırır, onu mümkünse doğru, değilse dolaylı yoldan yok etmeyi hedefler.
Bu saldırıların çoğunun ana motifi olan, Hesse’nin “fildişi bir kule”de yaşıyor olduğu iddası doğru değildir. Hesse; savaşa, katliama, dönemin insan-tanrı’larına karşı durur. Ama bir birey olarak kitlesel nevroza karşı olduğu kadar, savaş karşıtlarının toplandıkları gruplara da dahil olmaz. Hesse, yalnız ve sadece Hermann Hesse olarak tavır alır. Dante’nin İlahi Komedya isimli eserindeki şu sözler Hesse’nin zihniyetini, tavrını ve duruşunu en iyi açıklayan sözlerdir aslında: Segui il tuo corso, e lascia dir le genti! (Sen yolundan şaşma bırak ne derlerse desinler!)
I. Dünya Savaşı patladığında, Avrupalı yazar ve entelektüellerin çoğunun savaşın fırtınasıyla birbirine psikozlar içinde kin kusması da, Hesse’yi şoka uğratır. 3 Kasım 1914’te “Oh Dostlar, Bırakın Bu Ağızları” başlıklı yazısında şöyle der: "Sevginin nefretten, anlayışın öfkeden daha yüce, barışın savaştan daha soylu nitelik taşıdığını, bu mutsuz dünya savaşının şimdiye kadar duyumsadığımızdan daha güçlü bir şekilde beyinlerimizin içine kazınması gerekir." II.Dünya Savaşın’da da aynı tavrı sergileyen Hesse, şovenizm heyezanlarına karşı çıkarak, mantık ve hümanizm çağrısı yapar. Hitler Almanyası’ndan kaçan Bertold Brecht gibi, bir çok ünlü ismi İsviçre’de evinde ağırlar. Thomass Mann, Kafka, Polgar, Ernst Bloch ve Stefan Zweig gibi dönemin saldırı altında olan yazarlarını büyük bir azimle savunur.
Hesse'yi Tanımak
Nihayetinde kendisinin de “burjuva” olarak tanımladığı yaşam, doyurmaz Hesse’yi. Yer yurt sahibi olmak ona göre değildir, hayaller peşinde koşmak arzusundadır. “Put” olarak nitelendirdiği tanrılar ve yasalar karşısında savaşır. Hesse’nin yapıtlarını kendisinin ruhsal yaşam öyküleri olarak okumak gerekir. “Peter Camenzid”in yanlızlığı, “Narziss ve Goldmund”un us ve zevk ayrımı, “Boncuk Oyunu”ndaki ‘neşe’ olgusunun, Schiller’in Hesse üzerindeki etkisi bağlamında romana yansıması, yazarın yaşamıyla doğrudan bağlantılıdır. Söylenilebilir ki; yazarın karakteri ve özünden kaynaklanan, süreklilikle devam eden çizgi, Hermann Lauscher’den Boncuk Oyunu’na kadar uzanır. Camenzind’den Bozkırkurdu’na kadar, neredeyse bütün yapıtlardaki karakterler kişiliğin ve bireyin savunmasındadır. Öte yandan Hindistan’a yaptığı seyahati ve Doğu felsefesine ilişkin ilgi ve bilgisini, batı uygarlığının çöküşte olduğu düşüncesi bağlamında, Siddharta isimli romanında yansır. Hesse esasında bu eserlerle düşünsel yaşamını ölümsüz kılar.
Bunların yanında, dönemin ünlü psikanalistlerinden Carl Jung’un öğrencisi Dr. Joseph Lang tarafından bir dönem tedavi gören Hesse, daha sonra Jung ile de bire bir tanışarak psikanalitik metodlarla ilişki kurdu. Bunun yardımıyla bireyin iç dünyasına ve benliğe ilişkin daha derin bir kavrayış geliştirerek, bu kavrayışın getirilerini geç dönem romanlarına yansıttığını söylememiz mümkün.
Nobel ödüllü Hesse, ona Alman edebiyat ve düşün dünyasındaki yerini kazandıran bütün bu çalışmalarının yanı sıra, 50’nin üzerinde gazete ve dergiye 3000’den fazla kitap ve eleştiri yazısı yazdı ki, Dostoyevski gibi yazarlar üzerine yazdığı incelemelerin bugün hala önemini korur. Bernard Zeller’in bu değerli eseri, Beatnikler de dahil olmak üzere bir çok kuşağı etkileyen Hesse’nin bireyci ve psikanalitik tarzıyla yazarın yapıtları, edebi ve politik duruşu arasındaki bağları daha sıkı kavramak arzusunda olan, birey olgusunun değeri ve ehemmiyetine ilgili okuyucu için biçilmiş kaftan.
Yeni yorum gönder