Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Yalnızlık özlemi



Toplam oy: 980
Kate Chopin // Çeviren: Necla Aytür
Zeplin Kitap
Kate Chopin, birey olmaya çalışan, yalnız başına yürümek isteyen kadının toplumsal uzlaşıya taban tabana zıt hareket etmesi gerektiğini cesur, kavgacılıktan uzak, iyimser bir tavırla dile getiriyor.

Kate Chopin'in 1899 tarihli, 115 yaşındaki romanı Uyanış, daha on beşinden gün almamış gibi taptaze, yepyeni. Sorduğu sorular zerre kadar eskimemiş, feminist düşüncenin en güncel düşünürlerine taş çıkaracak kadar çetin.

 

Roman Edna Pontellier ve ailesinin, New Orleans'ın “creole” seçkinlerinin gözde yazlık mekanı Büyük Ada'da (Grand Isle) geçirdikleri bir yaz tatiliyle açılıyor. Edna, adada geçirdiği günlerde kendisini farkında olmadan benliğiyle ve bedeniyle daha fazla haşır neşir bulur. Kocasını sadece hafta sonları görmesi, çocuklarının bütün günü bakıcıyla oyalanarak geçirmeleri, öte yandan çok güzel bulduğu Madam Ratignolle ile dostluğu, Robert'ın iflah olmaz flörtü, denizle kurduğu yeni ilişki tam anlamıyla adını koyamadığı bir hoşnutsuzluk ve uyanışı eşzamanlı olarak tetikler.

 

“Edna bütün yaz yüzme öğrenmeye çalışmıştı... Ancak nasıl çocuk emekleyip, tökezleyip, tutunurken bir anda gücünü anlayarak yalnız başına, atakça, aşırı bir güvenle yürümeye başlarsa, o gece Edna da öyle yaptı... Bir kez dönüp kıyıya, orada bıraktığı insanlara baktı. Çok büyük bir uzaklık değildi gittiği... [ancak] Çabucak bir ölüm düşüncesi çarptı ruhuna...”

 

Ada (yazlık) rutini tefliksizdir ve bedene hitap eder. Yüzme, güneş banyosu, yürüyüş, tüm güne yayılan bir giyinmek soyunmak, ıslanmak kurumak, terlemek kremlenmek döngüsünü beraberinde getirir. Kat kat kıyafetlerinden sıyrılan Edna, ayna karşısında yanık tenini, kaslı kollarını seyrederken, daha önce varlığından haberdar olmadığı bir delikten aşağı sürüklenir. Bir kadın olarak, kendi cinsel kimliğini ve kendi benliğini ilk kez deneyimler. Chopin'in romanı bu trajedi ya da ikilemi didikliyor. Çok temel bir toplumsal gerginlikten söz ediyoruz. Bir yandan, bedensel zevklere, şehvete, varoluşumuzun fiziksel yanını tatmin etmeye ihtiyacımız var. Öte yandan, katı ahlaki değerler tensel yanımızı alenen açığa vurmamıza müsaade etmez. Cinsellik tabudur, ayıptır, çoğunlukla suçtur.

 

Yüz yıl öncesinin toplumsal değerlerini tartışan roman, aslında, 2014 İstanbul'u da dahil olmak üzere dünya üzerinde birçok yerde hâlâ tedavülden kalkmamış bir ahlakçılık formunu eleştiriyor. Kadın bedenini, sadece ve sadece evlilikle “kazanılan” fakat yine onunla mahdut bir bağımsızlığa mahkum eden ataerkil yapı, bekaret, namus, edep gibi kavramlarla kadın özgürlüğünü baltalıyor. Kendi bedenine sahip olma ihtimalini fark eden bir kadın, toplumun itirazı karşısında ne yapabilir? “Uyanış” sadece bir aydınlanma değildir, aynı zamanda huzursuzluktur, uykunun kaçmasıdır...

 

Edna'nın düşüşü

 


Beden ve ten romanın bir büyük ekseniyse, ikincisi yalnızlık ve bireysel dışavurum. Virginia Woolf Kendine Ait Bir Oda’yı yazmadan otuz yıl önce Kate Chopin, kadın varoluşunun, özellikle de orta sınıf aile yaşamı söz konusu olduğunda, yalnız kalma lüksünden ne kadar yoksun olduğunu vurguluyor. Edna'nın dünyasında kadınların görevi evi idare etmek, çocuklarla ilgilenmek, kocalarının kariyeri ve saygınlığı için “pr yapmak” (güzel giyinmek, davetler vermek, sosyetede boy göstermek vb). O yüzden kahramanımızın başkaldırısı, başka bir erkekle bedensel temasta bulunmak ya da ilişkiye girmek değil – bu zaten etrafındaki kadınların sıkça yaptığı bir şey. O yüzden Edna, Anna Karenina ya da Emma Bovary'den büsbütün farklı bir karakter. Onun “düşüşü” başka bir erkeğe âşık olmaktan, zaten yaşadığı hayatı sadece başka biriyle yaşamaya devam etmeyi arzulamaktan ileri gelmiyor.

 

Edna büsbütün kadın yaşamının özüne isyan ediyor; onun derdi ev kadınlığıyla, annelikle, ideal eş prototipiyle... Burjuva çekirdek aile yapısının kadını yerleştirdiği hapishaneden kaçmak istiyor. Yusuf Atılgan'ın C.'ye söylettiği gibi “eli paketliler”in elbette düşünmeye vakti de, mecali de yoktur. Yaşar giderler. Ben ne yapıyorum demeden, niye evlendim demeden, niye yaşıyorum demeden olur biter her şey. Varoluşa kafayı takmak, modern hayatın “çalışmama lüksü”nü bahşettiği adamlara/kadınlara mahsus bir şehir hastalığıdır belki. Yine de bünyeye girdi mi atması imkansız, güçlü bir virüs olduğunu inkar edemeyiz.

 

“Önünde uyumlu bir aile yaşamı sergilenmiş, bu kısa bakış onda hiçbir pişmanlık, hiçbir özlem uyandırmamıştı. Ona uyan bir yaşama biçimi değildi bu; korkunç, umutsuz bir can sıkıntısından başka bir şey göremiyordu bu yaşamda.”

 

Roman kahramanının tüm şehrin pek övdüğü evini, kocasının parasıyla alınan tüm eşyalarını bir çırpıda terk edip, hizmetlilere yol verip, yalnız yaşayacağı küçük bir daireye yerleşivermesi, çocuklarına sarılırken ufak bir sızı duysa da yanlarından uzaklaşırken duyduğu hafifleme hissi, sosyetenin çay partilerine katılmak yerine atölyesine kapanıp resim yapıp kendi geçimini sağlaması, yazarın çağdaşları için infial konusudur. Evli bir kadın, varoluşsal tanımlayıcıları olarak görülen evini, mutfağını, eşini, çocuklarını nasıl terk edebilir? Ancak Chopin, birey olmaya çalışan, yalnız başına yürümek isteyen kadının toplumsal uzlaşıya taban tabana zıt hareket etmesi gerektiğini cesur, kavgacılıktan uzak, iyimser bir tavırla dile getiriyor.

 

“Çocuklarım için öze ilişkin olmayan her şeyden vazgeçerdim, paramı, canımı verirdim ama benliğimi vermezdim.”

 

Hâlâ aynı çemberde yaşamadığımızı kim iddia edebilir?.. Kadınlar bedenlerinin ve hayatlarının mutlak kontrolünü üstlenmek istediklerinde sayısız engelle karşılaşıyorlar. Ne giydiğimiz kamusal mevzu, saçımızın teli siyasi mesele, bekaretimiz mahallenin namusu, bedenimiz bizim değil... Bedenlerine dair iki temel tasarrufta bulunmalarına müsaade edilen, evlenmek ve manastıra kapanmak arasında bir tercih yapmaları beklenen ortaçağda yaşamış hemcinslerimizle ne çok ortak yönümüz var aslında. Evlenmeyen kadının tensel deneyim izni yok, evlenen kadının yalnız kalabilme iradesi. “Ne bedenime ne ruhuma,” diyen Edna'nın bu baskılar altında hem bedenini hem de ruhunu kontrol etmek adına bulduğu tek çıkış, bir terk ediş zinciri oluyor... 

 

 


 

 

* Görsel: Uğur Altun

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.