Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Yarı-distopik bir üstkurmaca



Toplam oy: 612
Belki de Lerner'ı David Foster Wallace, Thomas Pynchon, Jonathan Franzen gibi çağdaş Amerikan romancılarının arasında saymanın vakti çoktan gelmiştir.

Ben Lerner’ı Türkiye’de ilk romanı Atocha’dan Ayrılış’la tanıyoruz. Yazarın kendisini merkeze koyarak ele aldığı bu romanda bir başkası olma, diğerlerine karşı farklı görünme kaygısı üzerinden genç bir sanatçının hayatı anlatılır. Jonathan Franzen ve Paul Auster’ın övgüler yağdırdığı bu kitap kısa sürede popülerleşti ve “2011’in en iyi romanı” sıfatını hak etti. İlk romanıyla zirveye oturararak sürpriz yapan Lerner’ın ikinci romanı ise 2014 yılında yayımlandı: 10.04. Otuz altı yaşındaki genç yazar bu kitabıyla da birçok yerden övgü aldı. Uluslararası ölçekte onlarca dergi ve eleştirmen tarafından “2014’ün en iyi romanı” olarak anılan 10.04, 2015 Folio Ödülü’nde kısa listeye kalmayı başardı.

 

Kırılgan, yayılan, genişleyen bir devinim

 

Lerner’ın 10.04’ü günümüzde geçen bir üstkurmaca. Marfan sendromuna (özellikle kalp damarlarının dokularında sorun yaratan ve aort damarının genişlemesine yol açan, ölüm riskinin yüksek olduğu bir hastalık) sahip bir yazar ikinci romanını yazmak için mücadele verir. Gel gelelim, bu kitabı yazarın kendi içine kapandığı, dışarıyla olan bütün bağlantısını keserek kendisine ve eserine salt metinsel bir perspektiften yaklaştığı alışılageldik bir üstkurmaca olarak tanımlamak büyük bir hata olur. Zira 10.04’te bireyin içindeki çalkantıların yerini yarı-distopik bir durum alır: Yoğun hasar vermesi beklenen iki büyük kasırga Brooklyn’e doğru yaklaşmaktadır. Distopik kısım yalnızca bu doğa olayından ibaret değildir; Marfan sendromu da kahramanın sürekli bir tedirginlikle yaşamasını gerekli kılmaktadır. Kahramanın iç ve dış evrenindeki bu çifte kırılganlık Lerner’ın genişleyen, yayılan ve devinime açık bir kurgu yeteneği olduğunun en iyi göstergesi.

 

 

Bu sıkışmışlığın içindeki Ben – anlaşılacağı üzere, yazarın kendisi – şair, romancı ve yaratıcı yazar eğitmenidir. The New Yorker’a gönderdiği bir öyküsünün yayımlanmasının ardından bir yayıncı Ben’in bu öyküden hareketle bir kitap yazmasını ister. 10.04 tamamen bu kitabın nasıl yazıldığını, daha doğrusu nasıl yazılmaya çalışıldığını aktarır. Ben, başlangıçta ilk romanını (Atocha’dan Ayrılış’tan başkası değildir bu) farklı bir şekilde yeniden yazmak ister ama bunu bir türlü beceremediğini fark edince farklı bir şey yapmak ister. Ben’in yeni bir roman yazdığını bilmemize karşın romanın tamamlanıp tamamlanmadığını bilemeyiz; öyle ki, yazılıp yazılmadığına dair bile şüpheye düşeriz: Bu belirsizliğin içinde kitabı bitirdiğimizde yazılmakta olan kitabın 10.04’ün kendisi olduğunu görürüz. Özgöndergesel ve zamanı birbirine eklemleyerek bir kısır döngü oluşturan bir yapı vardır burada. 10.04’ün sonu, Ben’in yazmaya çalıştığı romanın – bu da 10.04 – başına denk gelir. Yani paradoksal biçimde, aslında Lerner’ın yazdığı, bizim okuyabileceğimiz bir roman falan yoktur ortada!

 

Kitap bittiğinde okurun elinde kalan tek şeyin Lerner’ın kendisi olduğunu söylemek hiç de yanlış olmaz. Kitabın otobiyografik niteliğinin oldukça ağır basmasını buna kanıt olarak gösterebiliriz. Üstkurmacanın da örtük biçimde gerekli kıldığı otobiyografik dokunuş da bir araya gelince özkurguya yaklaşırız. Lerner’ı bu şekilde yaftalamak ne derece doğru olur, bu tartışmalı bir konudur fakat özgkurgu ve üstkurmacanın Lerner’da eş zamanlı olarak vücut bulduğunu söyleyebiliriz. Kaldı ki, Atocha’dan Ayrılış’taki Adam’la 10.04’teki Ben arasında bir süreklilik ilişkisi bulunduğu da dikkatli okurların gözünden kaçmayacaktır. Bu süreklilik, elbette, Lerner’ın kısır döngü oluşturmasından, kapanımla bütünlüğünü koruyan bir öyküleme tarzını benimsemesinden ileri geliyor. Burada okur ve yazar, iç ve dış arasındaki ilişkinin bulanıklaştığını görüyoruz, zaten Lerner bunu kitapta kendi ağzıyla da söylüyor: “Karşısında anlatıcısının dikildiğini, [...] hiç yüz yüze gelmese de yazarın ve anlatıcının aynı ışığa bakarak birbirlerinin varlığını sezdiğini hayal etti.” 

 

Burjuva evi, taklit arzusu, yaratıcı ruh

 

10.04’te Ben’in ikinci romanını yazmak için, yaklaşan kasırgadan korunmak için, aynı zamanda da aort damarının beş milimetre daha genişlememesi için vermiş olduğu mücadelenin yanı sıra daha siyasal ve ekonomik bir mücadeleye dair izler de bulmak mümkün. En azından kendi payıma, Occupy Wall Street’in (OWS) bir olay olarak yer aldığı bir kitaba ilk kez rastladım. Ancak Ben’in OWS ile kurduğu ilişki daha doğrudandı; mesela, işgalci değildi, ama işgalcilere yemek hazırlıyordu, tuvaleti ve duşu kullanmalarına izin veriyordu. Hatta bunları isteyerek yaptığını ve yaparken epey bir keyif aldığını da alenen söylüyordu. Diyordu ki: “İdeolojik mekanizmaya suçüstü yakalanmışçasına, işler böyle işliyor demek ki, dedim kendime: Anti-kapitalist mücadeleye gönül vermiş genç bir adamın kiraladığınız pahalı bir apartman dairesinde duş almasına izin verirsiniz ve beraber yemek için yemek hazırlarken, bir tür burjuva evinde kendi genetik materyalinizi yeniden üretmeniz gerektiğini düşünüverirsiniz merhametsizce, şarabın ve müziğin kayganlaştırdığı değerlerin karikatürvari biçimde yeniden değerlendirilmesidir bu.” Siyasal faaliyetin ve dayanışmanın yarattığı hissiyat Ben’i çocuk yapmaya sevk eder. Ancak bu hissiyat söz yayıncılığın sıkıntılarına gelince bambaşa bir hal alır. Yayıncılıkta karşılaştığı ikiyüzlülükten ve ego savaşından dem vuran Ben’in yüzüne gerçeği yayıncısı vurur. Alışılmışın ötesinde bir kitap yazdığını ve yeni kitabının daha ana akımın içinde yer alması gerektiğini söyleyince Ben’in aklından şunlar geçer: “Deneyimimden şunu anlamıştım ya da en azından fark etmiştim: arzunun büyük kısmı taklit arzusuydu. Eğer bir üniversite makalelerinizi satın almak istiyorsa, diğer üniversite de almak isteyecektir – öneminiz söz konusu olduğunda konsensüz kurarlar. Rekabet kendi arzu nesnesini üretir; o yüzden ‘rekabetçi ruh’tan, yaratıcı bir tanrıdan söz etmek mantıklıdır.”

 

Kitap boyunca Lerner’ın epey ironik bir dil kullandığını görmek mümkün. Öyle ki, bazı noktalarda anlatılan hikayenin hiciv olup olmadığını kestirmek bile oldukça zorlaşabiliyor. Kara komediye yakınlaşan bu hiciv kullanımı, dizilerden örnek verecek olursak, Bored To Death, Black Books ve Louie gibi dizilerde yakalanan tadın aynısını güçlü bir biçimde sunuyor – tabii, bunun için dikkatli bir okuma gerekiyor. Kitapta Ben’in yazdığı metinle Lerner’ın anlattığı 10.04 arasındaki geçişlerin hadinden fazla belirsiz olması da okumayı biraz güçleştiren bir etken. Belki de Lerner bunu kitap boyunca defalarca değindiği okur ve yazar arasındaki mesafe konusuna atıfta bulunmak için yapmıştır, tahmin etmesi güç. Ama yine de hikayenin sürükleyiciliği bu zorluğu hafifletiyor.

 

10.04, her şeyden önce günümüzün zorlu koşullarında roman yazmanın nasıl bir deneyim olduğunu bize en açık ve samimi haliyle anlatıyor ve bu koşullara yönelik eleştirisini sakınmadan söylüyor. Belki de Lerner’ı David Foster Wallace, Thomas Pynchon, Jonathan Franzen gibi çağdaş Amerikan romancılarının arasında saymanın vakti çoktan gelmiştir.

 

 


 

* Görsel: Ali Çetinkaya

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.