Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Yazarın Bir İntikam Meleği Olarak Portresi



Toplam oy: 130
Yokluktan gelip kendini zenginlerle ünlülerin arasında bulan ama yanlarında kendini hep bir fino köpeği gibi hisseden ve başkalarını eğlendirme mecburiyetinden yakınan Truman Capote, ateşli bir silahı andıran bir intikam romanı yazmaya başladı ve bütün hayatı değişti. Üç bölümünü okuyabildiğimiz Kabul Edilmiş Dualar’ın akıbeti meçhul, tamamlanıp tamamlanmadığını bilmiyoruz. Kimilerine göre yazarı tarafından yok edildi, kimilerine göreyse bir banka kasasında tutuluyor.

Kurgu dışı romanın en büyük ustalarından Truman Capote bir gün bir kitap yazdı ve bütün hayatı değişti. Ama durun, anlatmaya en başından başlayalım… Yoksul bir ailenin oğluydu. Çocukluğu kendi deyişiyle, “tıka basa yokluklarla dolu bir yılan deliğinde” geçmişti. Ne ailesi vardı, ne konuşacak kimsesi. Sevgiye, umuda, geleceğe dair hayallere de yer yoktu o yılan deliğinde. Bir tek kitaplar vardı. Küçük Truman oburca bir iştahla eline geçen her şeyi okuyordu.

 

Zamanla karanlık geçmişini geride bıraktı ve yazmaya başladı. İnce yüz hatlarıyla epeyce yakışıklı sayılacak bir genç adamdı ama nörotik, kaygılı, aşırı hassas ve alıngandı, incineceği korkusuyla insanlara temkinli yaklaşıyordu. Gelecekte dönüşeceği yıkıcı karakterin ipuçları belki buralarda gizliydi. Zamanla cüretkâr, intikamcı ve hakkında konuşulmasını zerre umursamayan biri haline geldi.

 

İlk romanı Başka Sesler, Başka Odalar yayınlandığında 23 yaşındaydı. Kitap yayımlanır yayımlanmaz edebiyat dünyasının ve yüksek sosyetenin göz bebeği haline geldi Capote. Herkes onunla tanışmaya, konuşmaya can atıyor gibiydi. Şairler, yazarlar, ressamlar, aktörler, yönetmenler, yapımcılar, galericiler, müze sahipleri, iş adamları, iş adamlarının eşleri, aylak mirasyediler… Tiffany’de Kahvaltı, Gece Ağacı, Bukalemunlar İçin Müzik arka arkaya yayımlandı ve yazdığı her kitapla birlikte Capote’nin parıltısı daha da arttı. Kansaslı bir çiftçi ailenin bir psikopat tarafından hunharca katledilmesini konu alan kurgu dışı romanı Soğukkanlılıkla yayınlandığında artık zirvedeydi. Katil Perry Smith’le hapishanede yaptığı baş başa görüşmelerden yola çıkarak yazdığı kitap ona uluslararası alanda da saygınlık kazandırdı.

 

Ardından başta sözünü ettiğim kitaba, kurgu dışı yeni romanına geldi sıra. Bu kitap için, “Proust’un Fransa’da yarattığı etkiyi Amerika’da yaratacak ve benim başyapıtım olacak,” diyordu Capote. İlhamını Avilalı Azize Teresa’nın, “Kabul edilmiş dualara, kabul edilmemiş olanlardan daha fazla gözyaşı dökülmüştür,” sözlerinden alan bu romanın adı, “Kabul Edilmiş Dualar” olacaktı. Okuru hararetlendirmek adına Esquire dergisinde ilk iki bölümü yayınladı. Derken sıra üçüncü bölüme geldi.

 

Sonrası, edebiyat dünyasının en yıkıcı intikam planının başarısızlığa uğramasının ve büyük bir düşüşün gerçek hikayesi. Okuyalım…

 

 

Ateşli bir silah gibi tasarlanan roman

 

Esquire’ın Kasım 1975 sayısı bayilere düştüğünde New York sosyetesi, hayatının en büyük tokadını yedi. Dergide, “Kabul Edilmiş Dualar”ın üçüncü bölümü olan “La Côte Basque” yayınlanmıştı.

 

New York sosyetesi bir süre donup kaldı. Ardından herkes telefona sarıldı. “Esquire’ı gördün mü?” diyorlardı tanıdıklarını, arkadaşlarını teker teker arayıp, “okur okumaz beni ara.” Hizmetçiler bayilere gönderiliyor, harıl harıl dergiler aldırtılıyor, bazıları içinde kendi adlarını görmedikleri için derin bir nefes alırken, o kadar talihli olmayan diğerleri dehşete kapılıyordu. En karanlık rüyaları ve en büyük sırlarıyla bir dergi sayfasında yüzleşecekleri hiç akıllarına gelmemişti.

 

O güne dek verdiği röportajlarda, tabancayı andıran bir roman à clef tasarladığını anlatıyordu; kabzası, tetiği, namlusu hatta mermisi bile olacaktı bu silahın. “Ateşlediğimde o mermi görülmedik bir hızla ve kuvvetle fırlayacak,” diyordu: “Bammm!” Namluyu aslında kendine çevirdiğinin farkında değildi, bütün o zengin ve güçlü insanların sırlarını ifşa etmek bir nevi sosyal intihardı.

 

Aslında Kabul Edilmiş Dualar’ın Esquire’da yayınlanan ilk iki bölümü de eni konu tepki toplamıştı ama La Côte Basque’la birlikte her şey tamamen değişti, sosyete bir gecede Capote’yi kara listeye aldı. Normalde yediği içtiği ayrı gitmeyen, evlerinde yatıp kalktığı, yatlarında tatillere çıktığı sevgili dostlarının hiçbiri bir daha onu aramadı, kimileri adını bile anmadı. Peki ne vardı o üç bölümde?


Gerçek hikâyelerin kurgusu
Bizde Sel Yayıncılık etiketiyle yayınlanan Kabul Edilmiş Dualar’da, Soğukkanlılıkla’da yaptığını yapmıştı Capote, yani gerçek insanların gerçek hikayelerini bir roman kurgusu içinde anlatmıştı. Tek farkla, bu kez akıbetini kimsenin umursamadığı bir idam mahkumunun değil, New York jet sosyetesinin, Gloria Vanderbilt, Ann Woodward, Peggy Gugenheim, Babe Paley, Slim Keith, Mona Williams ve Jackie Kennedy’nin kız kardeşi Lee Radziwill gibi önde gelen temsilcilerini anlatıyor, “kuğularım” diye andığı bu göz kamaştırıcı güzellikteki saygın ve güçlü kadınların gizledikleri sırları, kocalarına ihanetlerini hatta bir tanesinin geçmişte işlediği cinayeti okura altın bir tepsiyle sunuyordu. 
İçlerinden birinin çok ünlü bir yönetmenle evlenmek suretiyle nasıl sınıf atladığını, bir diğerinin oğlunun on sekiz yaşındaki arkadaşını nasıl baştan çıkarıp kuklası haline getirdiğini öğreniyordu okurlar. Sonradan yazar olan sosyetik güzel, Avrupalı aristokratlarla ilişkilerinden kazandığı paraları porno aktörlerine yediriyordu. Altına kaçırdığı belli olmasın diye donunun içine bebek bezi koyan çapkın armatör karısını uyuttuktan sonra, efsane gece kulübü Studio 54’te genç kız avcılığına çıkıyordu. Yoksul bir ailenin hırslı kızı çok zengin bir ailenin varisiyle evleniyor ve mirasa kısa yoldan kavuşmak için kocasını öldürüyordu ama kayınvalidesi bu skandalla aile şerefleri lekelenmesin diye gerçeği polise anlatmıyordu. Romanın en cüretkâr yanı, hemen hemen herkesin adıyla, sanıyla geçmesiydi. Capote’nin şefkatten yahut saygıdan (belki korkudan) isimlerini değiştirdiği birkaç kişi hariç kitaptaki herkesin kimliği ortadaydı. O değiştirilenlerin kim olduğu da apaçık ortadaydı.
Kitabı okuduğum için biliyorum, Kabul Edilmiş Dualar’da sırf yüksek sosyeteye değil, bazı büyük yazarlara da hiç acımıyor Capote. William Saroyan’ın çocuk yaştaki genç eşine nasıl sürekli psikolojik ve fiziksel şiddet uyguladığını öğreniyoruz mesela. Romancı Gore Vidal’dan kibirli ve cahil biri olarak bahsediliyor. Oyun yazarı Tennessee Williams acınası bir sefillikle yakışıklı genç aktörleri tuzağına düşürmeye çabalarken bir alkol denizinin ortasında debeleniyor. Katherine Anne Porter’ın ilmek ilmek dokuduğu saflık ve soyluluk pelerini birkaç sayfada paramparça ediliyor. Amerikan sanat dünyasının yegâne hâkimi Peggy Gugenheim’ın keşfettiği genç Samuel Beckett, öpüşürken takma dişleri takırdayan sevgilisinin elinden tutmasıyla şöhret basamaklarını tırmanıyor. (Bütün bu acımasız tarifler bana değil, Truman Capote’ye ait. Bu arada Williams ile Porter’ın adlarını değiştirmiş Capote, gene de kim oldukları açıkça anlaşılıyor.)
Bir fino köpeği gibi sürekli olarak eğlendirmek zorunda hissettiği zenginlerden ve kuşkusuz rakiplerinden intikam almak için yazdığı romanda Capote’nin yerle yeksan etmediği üç kişi var hepi topu. Biri, “gerçek Holly Golightly” olarak da anılan Carol Matthau. Matthau, gençlik yıllarında baş döndürücü hızlı hayatıyla sosyete sahnesinde esip geçmiş ve bu sebeple Tiffany’de Kahvaltı’ya ilham vermişti. İyilikle anılan diğerleriyse iki Fransız edebiyatçı: Yazarın yaratıcı alandaki ilk destekçilerinden olan ve ona hayatı boyunca saklayacağı gül rengi kâğıt ağırlığını hediye eden Colette ile yazarın epeyce yabani ama düşünceli bir insan olarak hatırladığı Albert Camus.
Kutsal canavarlar şokta
Dedikodu yazarı Liz Smith, Kasım 1975’teki o uğursuz günü sonradan “Kaynar Suda Truman Capote” başlıklı yazısında anlattı. “Sosyetenin zirvesindeki kutsal canavarlar şoktaydı,” diyordu. “Daha önce aynı anda bu kadar diş gıcırtısına, ihanet gözyaşına, intikam çığlığına ve öfkeli haykırışa aynı anda şahit olmamıştım.”
Capote içinde bulunduğu durumu henüz tam anlayamamıştı. Kopan fırtınaya bir türlü anlam veremiyor, en yakın dostlarının onu bir anda terk etmesinin altında yatan sebebi bulmaya çalışıyordu. “Niye böyle yapıyorlar, ben bir edebiyatçıyım, işim fino köpeği gibi onları eğlendirmek değil, edindiğim her bilgiyi kullanma hakkına sahip olduğumu bilmiyorlar mı?” diye soruyordu durmadan.
Alkol bağımlılığına ek olarak, yoğun bir şekilde kokain kullanmaya başlamıştı. Şişmanladıkça şişmanladı, narin yüz hatları kat kat yağ tabakaları altında neredeyse kayboldu. Dili iyice acılaştı. İçkili olduğu için peltek peltek konuştuğu bir talk show’da şunları söyledi mesela: “Bir sürü zenginle arkadaşlık ettim ama onları hiçbir zaman sevmedim. Kendilerinden başka herkesi küçük görmek gibi katlanılmaz bir alışkanlıkları var. Sahip oldukları tek servet paraları. Onsuz bir hiç olurlardı. Kovandaki arılar gibi hep bir arada gezmeleri bundan.”
Truman Capote’nin düşüşü hiç beklemediği kadar hızlı oldu. “Tıka basa yokluklarla dolu bir yılan deliğinde” başlayan hikayesi herkesin gözleri önünde icra edilen çok yavaş ve acılı bir intiharla son buldu.
Günahkâr romancılar
Hiciv ustası Lytton Strachey, “İyi bir yaşam öyküsü kaleme almak, iyi bir yaşam sürmekten zordur” demiş. Ressam Dora Carrington’la yaşadığı garip aşkı Carrington filminde izleyenler hatırlar, hazırcevaplığı ve cüretkarlığıyla Strachey’nin Oscar Wilde çapında bir yetenek olduğunu düşünenler var. Eserleri dilimize çevrilmediği için o kadarını bilemiyoruz ama bu söylediğinde haklı olabilir. Ustalıkla kullanılması gereken çift taraflı bir silah şu yaşam öyküsü denen şey çünkü birisini yazmak, onu hem yüceltmek hem de sıradanlaştırmak anlamına geliyor. Yaşam öyküsü yazılacak kişinin hem kimseye benzemeyen, hayranlık duyulası yahut korkulası yönleri gösterilmeli hem de covid-19 çağında toplu taşıma araçlarını kullanmaya mahkûm sıradan fanilerinkilere benzeyen zaafları... Okuyucu, “vay be, ne adammış” ile “vay be, o da bizim gibi biriymiş meğer” arasında gidip gelmeli.
Bir de yaşam öyküsünün edebiyatla harmanlandığı kitaplar var. Henry James’in romanları çoğunlukla böyleymiş. James insanlara hep hayatlarını romana dönüştürüp dönüştüremeyeceğini hesaplayarak yaklaşıyor ve onların türlü hallerini; arzularını, korkularını, kederlerini hep bir kenara not ediyormuş. Daha da beteri yazacağı kurguyu sağlamlaştırmak adına sinsice bir girişkenlikle onların duygu durumlarını değiştirecek, beklenmedik tepkiler vermelerine yol açacak şeyler yapıyormuş. Çevresindekileri romanlarına malzeme olsunlar diye kışkırtmayı ihmal etmezken aklında hep tek bir fikir oluyormuş: “Bundan iyi bir hikâye çıkar mı?”
Benzer bir şeyi yıllar sonra Alain de Botton da yaptı aslında. Soğukkanlı bir titizlikle kaleme aldığı kitabı Öp ve Anla, herhangi bir kayda değer başarısı ya da suçu bulunmayan sıradan bir insanın da yaşam öyküsünün romanlaştırılabileceği fikrinden doğdu.
Anlattıklarına bakılırsa Botton, çevresine bir müddet “alıcı gözüyle” baktı ve sonunda av olarak karşılaştığı en özelliksiz kadını seçti. Allem edip kallem edip ona kendini sevdirmeyi başardıktan sonra da kadınla “mahrem” bir ilişkiye girdi. Her şeyini öğrendi kadının; geçmişini, aşklarını, zor zamanlarını, güzel zamanlarını… Mektuplarını okudu, fotoğraflarına baktı hatta arada ilgisini çekenleri çaldı. Böylece yaşam öyküsü yazarının, anlatmayı seçtiği kişiyi şahsen tanımasının gerekmediği yolundaki yaygın kabulü yerle bir etti. Bu iki yazarın cüretkarlıkları gene de sınırlıydı. Sonuçta Botton zar zor da olsa yaşam öyküsünü yazdığı kişiyi ikna etti ve kitabını onun izniyle bastırdı. Henry James’e gelince; izin almaya gerek duymuyordu belki ama olayları, isimleri değiştiriyor, ayrıntıları hayal gücüyle zenginleştiriyordu.

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.