Ankara’da Öykü Günleri’nin ilki yapılıyordu. Özcan Karabulut’un öncülüğünde düzenlenen Öykü Günleri, o günlerde önce öykü ve öykücüler, sonra tüm edebiyat dünyamız için bulunmaz nimet olmuştu. Ki, o güne dek edebiyat dergilerinde bile tek tük yayınlanırdı öykü; yazılmadığından, okunmadığından mı? Sanmıyorum. Öykü Günleri, öykücülüğümüze büyük hareket getirmişti. Öyküler okunuyor, eleştiriler paylaşılıyor, kuramsal çalışmalar dinleniyordu.
Etkinliklerden birinde, bir akademisyenimiz, öykü kuramları üzerine çok değerli bir konuşma yapmıştı. Konuşmayı dikkatle dinliyorduk, Çankaya Belediyesi’nin salonu tıka basa doluydu, yerlerde oturanlar vardı. Paneli dinleyenler arasında şimdi aramızda olmayan iki büyük isim de vardı: Fethi Naci ve Erdal Öz. Onlar da konuşmayı dikkatle dinliyorlardı. Bir ara, Erdal Öz eğilip Fethi Naci’ye, “Yahu bu kadar şey bilsem, hayatta yazamazdım,” dedi.
Yazarın edebiyat üstüne düşünmesi, yazması zorunlu mudur? Elbette hayır, hayatta hiçbir şey zorunluluklarla yapılmamalı. Hele sanat, edebiyat, zorlamaya hiç gelmiyor. Bu, edebiyatçının edebiyat üstüne düşünmediği anlamına gelir mi? Gelmiyor.
İshak Reyna, Yazarın Kuramı adını taşıyan bir seçki yayınladı. “Eserimi Nasıl Yazdım” alt başlığını taşıyan kitapta yerli yabancı yazarların edebiyat üstüne, daha doğrusu kendi yazıları üstüne metinleri var. Edebiyatçıların kendi yapıtlarıyla ilgili düşüncelerini derleyen çalışma, konuyla ilgili genel bir fikir edinmek için önemli bir kaynak niteliği taşıyor.
Bugünlerde, yazarın, yapıtını nasıl yazdığı, kendisinin kendi yapıtında ne ölçüde yer aldığı çok konu ediliyor. Hoş, öteden beri özellikle okurların yazarlara bu soruları sorduğu bilinir; okur, yapıtın kahramanını yazarla özdeşleştirme eğiliminde değil midir? Birkaç ay önce, Orhan Pamuk, Saf ve Düşünceli Romancı’da tartışmıştı. Eco’nun Genç Bir Romancının İtirafları’nda da benzer temalı bir deneme vardı: Yazar, yapıtında kendine ne ölçüde yer verir?
Bana kalırsa, yazarın yapıtını açıklamaya kalkışması da olacak şey değildir. Reyna, oluşturduğu seçkiye bu nedenle isabetli bir alt başlık koymuş: Eserimi Nasıl Yazdım.
Çünkü, kendi yapıtını inceleme olanağı olmasa bile, yazar, elbette yapıtını nasıl yazdığını bilebilir. Zihni, yapıtı yazdığı günlerin, ayların izlenimleriyle doludur ne de olsa. İzlenimler oluşturur bir yapıtı. Robert Walser, “Gezinti” adını verdiği uzun öyküsünde (bu öykü de Walser’in nasıl yazdığıyla ilgili ipuçları verebilir bize), gezinti sırasında edindiği izlenimlerin, zihnini sayısız fikirle doldurduğunu anlatır:
Gezinen kişinin peşinden, gizemle ve sezdirmeden, türlü türlü güzel ve ince gezinti-düşüncesi seğirtir, öyle ki, insan gayretli, dikkatli yürüyüşünün ortasında duraklamaktan, olduğu yerde kalmak ve kulak kabartmaktan alamaz kendini; ardı ardına gelen tuhaf izlenimler ve ruhsal güçlerin etkisiyle sersemler ve afallar ve sanki ansızın yere yığılacakmış gibi veya kararmış, kamaşmış düşünür ve yazar gözlerinin önünde bir uçurum açılmış gibi bir hisse kapılır. (Robert Walser, Gezinti, Çev. Cemal Ener, Can Yayınları, İstanbul, 2011, s.49.)
Burada, kuşkusuz, yazma süreciyle ilgili en çarpıcı, çıplak gerçeği görme olanağı buluyoruz. Yapıt, yazarın önünde açılmış bir uçurumdur. Yoksa elbette yazarın “eserini nasıl yazdığı”, sözgelimi yazdığı sırada ne içtiği, günde kaç saat çalıştığı, mola verdiğinde ne yaptığı vs., edebiyatı ne kadar ilgilendirir?
Yazarın Kuramı’nda, yazarların kendi yapıtlarından hareketle edebiyat üstüne düşünceler ürettiklerini görüyoruz. Bu nedenle seçkide yer alan yazılar, iyi bir edebiyat okuru için son derece değerli. Bakın karakter ustası Henry James, bir romanın nasıl ortaya çıktığı ile ilgili olarak bizi nerelere götürüyor:
Romanların genellikle nereden kaynaklandıklarına ilişkin kendi deneyimleri konusunda yıllar önce İvan Turgenyev’den duyduğum bir sözü her zaman sevgiyle anımsarım. Turgenyev romanlarını yazmaya hemen hemen her zaman, hayalinde beliren, gözlerinin önünden ayrılmayan, dikkatini çekmeye çalışan, hareketli ya da durağan bir ya da birkaç kişiyle başlarmış; bu kişilerle sırf onların kendi özelliklerinden dolayı ilgilenirmiş. (Yazarın Kuramı, Der. İshak Reyna, İletişim Yayınları, 2011, s. 65.)
Bu durumda, çağdaş yapıtlarda olduğu kadar, klasiklerde de “kaynağın” belirsiz olduğunu kabul etmeliyiz. Yazarın önünde, “hayalinde” beliren bir düşünce, (Turgenyev bunun hareketli ya da durağan kişiler olduğunu aktarıyor) bir “uçurum” yapıtın gerçek sancısını da içinde barındırıyor böylece.
Belirsizlik, yapıta gücünü veren şeydir. Yapıtın ortaya çıkarılması için yazarın meydan okuduğu, ilgi duyduğu, ele geçirmeye çalıştığı o belirsizlik. Turgenyev, karşısında, gözlerinin önünde belli belirsiz gördüğü o kişileri merak eder. Onları birer roman kahramanına dönüştürmek ister. Bu, onların karşısında bir zafer elde etmek anlamına gelir mi? Sanmıyorum. Çünkü durum Walser’inkiyle aynıdır: Yazarın karşısında devasa bir uçurum belirmiştir. Yapıtın “ele geçirilmesi” için bu uçurumdan atlamak gereklidir.
Yine de, yazarla anlatıcı aynı şey midir, diye sorulabilir. Hasan Ali Toptaş, Uykuların Doğusu’na, “Bir gölge gibi masaya doğru yeniden yürüdüm,” cümlesiyle başlıyor. Böylece yazarı, daha romanın ilk cümlesinde karşımızda buluyoruz. Yazarın Kuramı’ndaki yazısında, “Farkına varmadan, kendi hareketlerimi ve ruh halimi romanın anlatıcısına yüklemiştim,” diyor Toptaş. Böylece yazar ve anlatıcı, romanın daha başında birleşiyor. Ama bakalım bu “roman kişisi” kalemi eline aldıktan sonra aynı kişi olarak kalacak mı?
İyi bir roman, bütün bu gerçek belirsizliklerden yola çıkan iyi bir roman, bir parçalanmaya işaret eder. Zira kimi kahramanları okur, yalnızca yazarla değil, kendisiyle de özdeşleştirir. Edebiyatın zengin çağrışımı buradan kaynaklanır.
Öykü Günleri’nde Erdal Öz, “Yahu bu kadar şey bilsem, hayatta yazamazdım,” deyince, Fethi Naci, “Haklısın birader,” diye mi karşılık vermişti acaba? Hatırlamıyorum, ama neden olmasın?
Yeni yorum gönder