Fransız Xavier de Maistre ile İngiliz Jerome K. Jerome dünyanın gizli saklı köşelerini ve zorlu güzergâhlarını dolaşan seyyahları şaşırtacak türden iki acayip gezi rehberi yazmışlardı. Roman formunda yazılmış ve bugün hâlâ tazeliklerini koruyan bu iki rehbere göz atmaya ne dersiniz?
Macera deyince ilk akla gelen yazarlardan biri Joseph Conrad, hiç kuşkusuz. Józef Teodor Konrad Korzeniowski adıyla Polonya’da doğan Conrad çocukluğundan beri denizci olmayı hayal ediyormuş. Annesiyle babası öldükten sonra amcasıyla birlikte Avrupa’ya gitmiş, 1874 yılında da Marsilya’dan kalkacak bir gemiye miço olarak yazılmış. Bir süre İngiliz ticaret gemilerinde çalışıp “usta gemici” unvanını aldıktan ve yirmi yıl denizcilik yaptıktan sonra da 1894’te emekli olarak İngiltere’ye yerleşmiş ve yazmaya başlamış. Narcissus’un Zencisi, Lord Jim, Nostromo , Denizin Aynası, Talih ve bilhassa Karanlığın Yüreği gibi romanlarında, denizcilik döneminde bizzat yaşadığı olayların izlerini görmek mümkün.
Başka maceracı yazarlar da var aslında, Klondayk Altın Avı’na katılan Jack London ya da dünyanın dört bir yanını dolaşırken kendini hep alevli olayların ortasında bulmayı başaran Ernest Hemingway gibi... Ama sevgili okur, bu yazıda size onlardan değil, son derece minör ama bir hayli özgün maceralar yaşamış iki başka yazardan ve benzersiz diyebileceğim romanlarından bahsedeceğim.
Yazarı tutsakken yazılan gezi kitabı
“Beni bir şehri dolaşmaktan men ettiler. Hepsi bu. Ama bütün bir evreni bana bıraktılar: Uçsuz bucaksızlık ve sonsuzluk emrime amadedir.”
Xavier de Maistre, 1790’da henüz 27 yaşındayken dünyanın gizli saklı köşelerini, cennet mekânlarını ve zorlu güzergâhlarını dolaşan seyyahları şaşırtacak, onların genellikle göz ardı ettiği hatta belki küçümseyip burun kıvırdığı bir coğrafyanın ilk gezi rehberini yazmıştı. Bu benzersiz kılavuz kitabın adı, Odamda Yolculuk’tu.
Genç adam yasa dışı bir düelloya kalkıştığı için Turin’de ev hapsine mahkûm edilmişti. Kırk iki gün boyunca etrafını otuz altı adımda dolaşabildiği bir odada kaldı ve tutsaklığını ironik bir özgürlük metnine dönüştürdü. Neticede insanın bedeniyle ruhunu ayrıştırabileceğini, bedeni ufacık bir odada hapsolmuşken ruhunu istediği her yere gönderebileceğini öne sürüyordu. Bu yolculukta deneyimlenecek coğrafyalar, izlenecek güzergâhlar ve mola verilecek duraklar belliydi hatta her seyahatte olduğu gibi beklenmedik kazalar bile oluyordu.
Okurla biteviye sohbet etmesi ve her fırsatta konu dışına çıkması açısından ilhamını Tristram Shandy’nin yazarı Laurence Sterne’den alan Xavier de Maistre, hapsolduğu odada bir nevi keşif turuna çıkmış ve elde ettiği bulguları bir seyahat günlüğü olarak kaydetmişti. Tuhaf mı? O kadar da değil aslında. Susan Sontag şöyle demiş bu küçük kılavuz kitaba dair: “Xavier de Maistre’ın kitabında bavula ihtiyaç duymaksızın kanepeye, odadaki en büyük mobilyaya seyahat edilir, gece pencereye gidilip gökyüzüne bakılır, onun özellikleri yeniden ve bambaşka bir biçimde keşfedilir. Asıl keşfedilen ise seyahatte varılan noktanın önemsizliği, seyahati yapanın anlayış ve algısının önemidir. De Maistre, sıradanlıklar üzerine farklı, derin ve imalı bir yeniden kavrayış öneriyor. Modernitenin henüz başladığı 18. yüzyıl sonlarının kolayca yıldızı parlamış yazarlarının arasında Xavier de Maistre, hâlâ keşfedilmek ya da yeniden keşfedilmek üzere bekliyor. Onun büyük eseri Odamda Seyahat, şimdiye kadar yazılmış en canlı, en orijinal otobiyografik anlatılardandır.”
Özetle, okuyunuz… Xavier de Maistre’ın, ufacık bir odayı turlarken o çağda pek popüler olan seyahat jurnallerinin üslubuyla dalga geçerek kendi kendiyle felsefi tartışmalara girişmesini okumak, bugün bile çok eğlenceli.
Kongo Nehri değil bildiğimiz Thames
Ezelden beri varmış hissi uyandıran bir nehir. Nice zorluklarla dolu bir seyahat. Üç genç adamın akıntıyla ölümüne mücadelesi. Sonunda tüm belaları savuşturmuş halde, yorgun ve bitkin bir şekilde yolculuğu tamamlamaları… Hayır, Joseph Conrad’ın romanı Karanlığın Yüreği değil bu sözünü ettiğim kitap. Onunla uzaktan yakından ilgisi yok. Gizemli Albay Kurtz’u bulmak için Kongo’nun derinliklerine seyahat eden Charles Marlow’un ummadığı dehşetlerle karşılaşmasını ve kendini arkaik olanın medeniyete karşı açtığı kıran kırana savaşın ortasında bulmasını okumuyoruz. Okuduğumuz Jerome K. Jerome imzalı Bir Kayıkta Üç Kafadar. Çok komik, çok eğlenceli.
Konuyu özetleyeyim: Türlü çeşit hastalıktan mustarip olan daha doğrusu aşırı İngiliz titizliği gereği kendilerini her daim hasta ve bitkin hisseden üç nazenin genç adam, hayat gailesinden biraz uzaklaşmak ister ve hava değişiminin kendilerine iyi geleceğini düşünerek bir yelkenli kiralayıp Thames Nehri’nde iki haftalık bir gezintiye çıkarlar. Öyle ya, sonuçta “insanı uçmaya en çok yaklaştıran şeydir yelkenli yolculuk - tabii rüyalar hariç!”
Fakat üçü de fazlasıyla çıtkırıldım birer salon beyefendisi olduğundan, dahası abartı sanatının ustası bir edebiyatçının zihninden çıktıkları için, seyahatleri planladıkları kadar dinlendirici geçmeyecektir ve kahramanlarımız, güvenilmez hava tahminlerinin yol açtığı felaketler, patates soymanın baş edilmesi güç zorlukları, nehri esir alan buharlı teknelerin ortalığa sürekli olarak is ve duman püskürtmesi gibi sebeplerden ötürü türlü çeşit talihsizlikler yaşayacaklardır.
Bu harikulade küçük romanı okurken bize düşen şeyse çokça eğlenmek ve bu doyumsuz mizah başyapıtının tadını çıkarmak... Sonuçta tüm zamanların en iyi yüz romanı listelerinin gediklisi bir kitaptan bahsediyoruz. Şimdi rafta öyle kendi halinde, sessiz sedasız durduğuna aldanmayın. İlk yayınlandığında, yani 1800’lerin sonlarında satışı milyonu geçerek kendi çağı için şaşırtıcı bir rekor kırmıştı.
Aslına bakarsanız, Jerome K. Jerome da roman karakteri gibi bir adam. Sonradan yoksul düşen bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiş. Beş parasız geçen çocukluk yıllarında siyasete atılmayı ya da yazar olmayı hayal ediyormuş ama 13’üne bastığında, annesiyle babasını kaybetmiş ve hayatını kazanmak için çalışmaya başlamış. İlk işi kömür toplayıcılığıymış. Dört yıl boyunca gece yarılarına kadar trenlerden demiryollarına düşen kömürleri toplamış. Biraz büyüdüğünde, şansını aktörlükte denemeye karar vererek küçük bir tiyatro topluluğuna katılmış. 21’inde, bu işte dikiş tutturamayacağı kafasına dank etmiş ve kendine yeni bir meslek aramaya başlamış. Gazetecilik yapmış, denemeler, hiciv metinleri ve kısa öyküler yazmış, ancak saygın bir çevrenin mensubu olmayışının da etkisiyle yazdıkları çoğunlukla reddedilmiş. Postacılık, hukuk bürosunda katiplik hatta pastacı çıraklığı bile yapmış. Birkaç yıl sonra “Idle Thoughts of an Idle Fellow” (Aylak Bir Adamın Aylak Fikirleri) adlı deneme kitabı alçakgönüllü bir başarı kazanınca, eşi Georgina onu yeniden yazmaya yönlendirmiş. Artık bir parça para kazanmayı kafasına koymuş olan Jerome da eşiyle balayında çıktıkları tekne turunu yazma niyetiyle almış eline kağıdı kalemi, başlamış...
Gelin görün ki, ilerledikçe bambaşka bir şeye dönüşmüş yazdıkları ve Bir Kayıkta Üç Kafadar çıkmış ortaya. Kitap, günlük hayatın sıradanlığına, İngiliz yemeklerinin tatsız tuzsuzluğuna ve taşra-şehir çatışmasına dair komik anekdotlarıyla, Victoria dönemi İngiliz hayat tarzını ve zamane değerlerini eleştiren nefis bir taşlama. Mesela midelerinin bahtsız köleleri olan bu üç beyefendinin yanlarına bir konserve açacağı almayı akıl etmedikleri için bir türlü açamadıkları ananas konservesiyle mücadeleleri öyle eğlenceli ki, okurken gözlerinizden yaşlar boşanacak.
Odamda Seyahat
“Hayır, kitabımı artık daha fazla kendime saklamayacağım, işte buyurun, okuyun efendim. Odamın içinde, tam kırk iki gün sürecek bir seyahate çıktım ve bu seyahati tamamladım. Yol boyunca edindiğim ilginç izlenimler ve aldığım sürekli haz, bende bu seyahati anlatma isteği uyandırdı; bunun yararlı olacağına olan kesin inancım da kararımı vermemi sağladı. Sayısız mutsuzun üzüntülerine kesin bir çare; çektikleri acılar için de bir merhem sunduğumu düşündükçe, kalbimi tarifsiz bir memnuniyet kaplıyor. İnsanın kendi odasında seyahat ederken aldığı keyif, başkalarının kaygılı kıskançlığından uzak; paraya da bağlı olmayan bir keyiftir.”
Bir Kayıkta Üç Kafadar
“Zaten bana hep üzerime düşenden daha fazla iş yapıyormuşum gibi gelir. Çalışmaya üşendiğimden değil, severim çalışmayı. Çalışan insanlara da oldum olası hep hayranlık duymuşumdur. Onları hiç sıkılmadan saatlerce seyredebilirim. Ayrıca benim için işe doymak diye bir şey söz konusu değildir, çünkü hayattaki en büyük tutkum, aldığım işleri biriktirmektir. Ne kadar geniş bir koleksiyonum oluğunu görseniz şaşarsınız. Çalışma odam tavanlara kadar biriktirdiğim işlerle doludur.”
Yeni yorum gönder