Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Yazmak bir telepatidir



Toplam oy: 1206
Stephen King
Altın Kitaplar
Öteki”yi yazmayı hiç bırakmıyor Stephen King, çünkü Yazma Sanatı’nda söylediği gibi: “Yazmak bir telepatidir."

İnişli çıkışlı bir yazarlık geçmişi olan Stephen King, 1999 yılında Yazma Sanatı adlı kitabını yazarken hayatını değiştirecek bir kaza atlattı. Adeta ölümden döndükten sonra bitirdiği ve bir nevi kısa otobiyografisi olan bu kitapta bize şunu itiraf ediyordu: “En eski hatıram, bir başkası olduğumu hayal edişim.” Belki de bu yüzden telepatiyle, medyumlukla, öteki dünyadan buraya gelen ruhlarla, yer değiştiren zihinlerle, birbirinin yerine geçen kahramanlarla karşımıza çıkıyor yazar. Hep bir başkası var Stephen King külliyatında. “Öteki”yi yazmayı hiç bırakmıyor o, çünkü yine Yazma Sanatı’nda söylediği gibi: “Yazmak bir telepatidir.”

 

Şuna şüphe yok ki, Stephen King’i “Stephen King” yapan eser, yazarın 1977 tarihli üçüncü romanı Medyum’dur. Çoğumuz bu romandan Stanley Kubrick’in uyarladığı Cinnet (The Shining) adlı filmi de biliyoruz; hatta yine birçoğumuz Stephen King’in bu uyarlamaya nasıl soğuk baktığını da... Ne var ki, Jack Nicholson’ın cinnet geçirmiş bir suratla kapının aralığından çıktığı sahneyi düşünmeden bu romanı hatırlamak da artık neredeyse imkansız. Şimdiyse, Medyum’un üzerinden 35 yılı aşkın bir zaman geçtikten sonra bir devam romanıyla karşı karşıyayız. İlk romandaki çocuk kahramanımız Danny’nin yeni bir adı var. Ona artık “Doktor Uyku” diyorlar. Aradan yıllar geçmiş, Danny bu arada alkolizmle boğuşmuş ve kendini New Hampshire’da ölümü yaklaşan hastalara bakmaya adamış durumda. Onlara, sözcüklere bile gerek duymadan son uykularında refakat ediyor, diğer tarafa geçmelerine yardımcı oluyor. Danny çocukluğundan gelen o psişik yeteneğini kaybetmemiş, hâlâ “ışıldamaya” devam ediyor.

Bu romanda Danny’den rol çalan yeni psişik kahramanımızın adı ise Abra. Küçük yaştayken eşyaları hareket ettirebilen, kehanetlerde bulunabilen ve Medyum’daki Danny ve Dick Hallorann gibi “ışıldayan” Abra, zaman ilerledikçe yeteneklerini kullanmayı, onları kontrol etmeyi de öğreniyor. Başkalarının aklından geçenleri okuyabiliyor, insanlara bir şeyler yaptırabiliyor ve kaderi Danny Torrance ile kesiştiğinde, onunla telepatik bir ortaklığa başlıyor. Tabii ki küçük bir kız olan Abra’nın peşinde Stephen King’in olmazsa olmaz saf kötü kahramanları da var. Gerçek Kardeşlik adlı bu grubun hedefinde Danny ve Abra gibi “ışıldayan” insanlar bulunuyor. Bu tarikatın üyeleri adeta psişik birer vampir. Doğaüstü yetenek sahibi olanları, tabiri caizse “özel çocukları” bulup onları adeta yutuyorlar. Gerçek Kardeşlik, empatide son noktaya ulaşanların, ötekiyle yer değiştirmeyi telepati aracılığıyla başarabilenlerin ruhuyla besleniyor.

Bu tablo ortaya çıktıktan sonrasını tahmin etmek zor değil elbette. Danny ve Abra, telepatik ve ölümcül bir maceranın içinde buluyorlar kendilerini. Kahramanlarımızın geçmişlerini öğrenmemizin ve onları daha yakından tanımamızın ardından, romanın özellikle ortalarından sonra aksiyon zirveye çıkıyor. Ancak maceranın ve gerilimin en yüksek düzeyde olduğu bölümlerde karakterler daha fazla derinleşiyor bu romanda. Ezbere hareket eden “iyiler” ya da bizi şaşırtmayacak süper yetenekli kahramanlar yerine, zayıflıklarıyla, ümitsizlikleriyle daha gerçek tipler haline geliyor Danny ve Abra. Bu da Stephen King gibi konusunda usta olan bir yazarın kaleminden çıkacak bir kurgunun parçası tabii ki. Mutlu son beklentisinin kırıntısını bile yaratmıyor King. Romanın son bölümlerini bir uçurumun kenarındaymışçasına okuyoruz o yüzden. Stephen King’in yeni romanı, istediği kadar fantastik bir kurgu olsun, eski karakteri Danny Torrance istediği kadar hayali bir kahraman olsun, sayfalardaki ve okurun zihnindeki her şey gerçek bu kitabı okurken. Bu anlamda haklı King; yazmak bir telepati olabilir.

 

 

Bazen hayat kurgudan daha gariptir

 

Vampirlere, kurtadamlara, hatta hayaletlere bile inanmayabilirsiniz, ama bu hayatta sizden başka insanlar varsa, bilinmeyen bir şeyler de var demektir. King gibi yazarlar, Poe’dan, Lovecraft’tan beri bu bilginin, daha doğrusu bilinmeyenin peşinden gidiyorlar. King, işin iyilik-kötülük çarpışması kısmıyla daha fazla ilgileniyor. İyilik adına kullanılacak birtakım insanüstü yeteneklerin habis varlıkları ne kadar cezbettiğini hayal etmekten zevk alıyor.

 

 

İyilerin, yani Danny ve Abra’nın psişik yeteneği ne kadar “ışıltılı” olsa da çok parlak bir yetenek değil, hatta bir lanet bile denebilir buna. O nedenle Abra buna “ışıltı” adının verildiğini duyduğunda rahatlıyor, çünkü Danny’yle tanışana kadar karanlık bir yetenek olduğuna fazlasıyla emin.

 

Doktor Uyku’yu bir baba-oğul romanı olarak da okumak mümkün. İlk roman Medyum’da başlayan çekişme, burada da bir yüzleşme olarak devam ediyor. Alkol de bu hesaplaşmanın en önemli değişkenlerinden biri olarak sürekli yer kaplıyor öyküde. Neredeyse elimizdeki kitabın yanında boş bir şişe görmeye başlıyoruz okurken. 70’lerin sonunda yayımlanan Medyum’u aslında kendisi hakkında yazdığını fark etmeden kaleme aldığını itiraf etmişti Stephen King. Tıpkı Danny gibi onun da “zihni bir karatahtaydı. Alkol de silgi.” Çocukluğunda yaşadıklarından, Overlook Oteli’nin musallat varlıklarından kurtulamıyordu Danny. Babasından kurtulabilmiş miydi peki?

Stephen King okuduktan sonra şöyle düşünür insan: Hayat bazen sadece bir tesadüf olduğunu kabul etmekle yetinemeyeceğimiz tuhaflıklarla doludur. Yanımızdan kim bilir kimler geçer sokakta? Kimlerle aynı kaderi paylaşıyoruzdur hiç haberimiz olmadan? Doktor Uyku’nun bize tekrar hatırlattığı gibi, yaşanan her şey, hatta ölümler bile birbirine bağlıdır, ama görünmez bağlarla…

 

Stephen King’in atlattığı ölümcül kazada yazara aracıyla çarpan Bryan Edwin Smith, Stephen Edwin King’in adaşıdır. Dahası, kazadan bir süre sonra Smith öldüğünde takvimler 21 Eylül’ü göstermektedir, yani Stephen King’in doğumgününü. Bazen hayat kurgudan daha gariptir gerçekten de. Bunu söylemek için de medyum olmaya gerek yoktur. Kurgunun hayattan daha az gerçek olduğu iddiasına karşı direnmek için ise Stephen King gibi yazarlar birebirdir.

 

 

*Görsel çalışmalar, Güneş Engin ve Shadow Chen'e aittir.

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.