İnişli çıkışlı bir yazarlık geçmişi olan Stephen King, 1999 yılında Yazma Sanatı adlı kitabını yazarken hayatını değiştirecek bir kaza atlattı. Adeta ölümden döndükten sonra bitirdiği ve bir nevi kısa otobiyografisi olan bu kitapta bize şunu itiraf ediyordu: “En eski hatıram, bir başkası olduğumu hayal edişim.” Belki de bu yüzden telepatiyle, medyumlukla, öteki dünyadan buraya gelen ruhlarla, yer değiştiren zihinlerle, birbirinin yerine geçen kahramanlarla karşımıza çıkıyor yazar. Hep bir başkası var Stephen King külliyatında. “Öteki”yi yazmayı hiç bırakmıyor o, çünkü yine Yazma Sanatı’nda söylediği gibi: “Yazmak bir telepatidir.”
Şuna şüphe yok ki, Stephen King’i “Stephen King” yapan eser, yazarın 1977 tarihli üçüncü romanı Medyum’dur. Çoğumuz bu romandan Stanley Kubrick’in uyarladığı Cinnet (The Shining) adlı filmi de biliyoruz; hatta yine birçoğumuz Stephen King’in bu uyarlamaya nasıl soğuk baktığını da... Ne var ki, Jack Nicholson’ın cinnet geçirmiş bir suratla kapının aralığından çıktığı sahneyi düşünmeden bu romanı hatırlamak da artık neredeyse imkansız. Şimdiyse, Medyum’un üzerinden 35 yılı aşkın bir zaman geçtikten sonra bir devam romanıyla karşı karşıyayız. İlk romandaki çocuk kahramanımız Danny’nin yeni bir adı var. Ona artık “Doktor Uyku” diyorlar. Aradan yıllar geçmiş, Danny bu arada alkolizmle boğuşmuş ve kendini New Hampshire’da ölümü yaklaşan hastalara bakmaya adamış durumda. Onlara, sözcüklere bile gerek duymadan son uykularında refakat ediyor, diğer tarafa geçmelerine yardımcı oluyor. Danny çocukluğundan gelen o psişik yeteneğini kaybetmemiş, hâlâ “ışıldamaya” devam ediyor.
Bu romanda Danny’den rol çalan yeni psişik kahramanımızın adı ise Abra. Küçük yaştayken eşyaları hareket ettirebilen, kehanetlerde bulunabilen ve Medyum’daki Danny ve Dick Hallorann gibi “ışıldayan” Abra, zaman ilerledikçe yeteneklerini kullanmayı, onları kontrol etmeyi de öğreniyor. Başkalarının aklından geçenleri okuyabiliyor, insanlara bir şeyler yaptırabiliyor ve kaderi Danny Torrance ile kesiştiğinde, onunla telepatik bir ortaklığa başlıyor. Tabii ki küçük bir kız olan Abra’nın peşinde Stephen King’in olmazsa olmaz saf kötü kahramanları da var. Gerçek Kardeşlik adlı bu grubun hedefinde Danny ve Abra gibi “ışıldayan” insanlar bulunuyor. Bu tarikatın üyeleri adeta psişik birer vampir. Doğaüstü yetenek sahibi olanları, tabiri caizse “özel çocukları” bulup onları adeta yutuyorlar. Gerçek Kardeşlik, empatide son noktaya ulaşanların, ötekiyle yer değiştirmeyi telepati aracılığıyla başarabilenlerin ruhuyla besleniyor.
Bu tablo ortaya çıktıktan sonrasını tahmin etmek zor değil elbette. Danny ve Abra, telepatik ve ölümcül bir maceranın içinde buluyorlar kendilerini. Kahramanlarımızın geçmişlerini öğrenmemizin ve onları daha yakından tanımamızın ardından, romanın özellikle ortalarından sonra aksiyon zirveye çıkıyor. Ancak maceranın ve gerilimin en yüksek düzeyde olduğu bölümlerde karakterler daha fazla derinleşiyor bu romanda. Ezbere hareket eden “iyiler” ya da bizi şaşırtmayacak süper yetenekli kahramanlar yerine, zayıflıklarıyla, ümitsizlikleriyle daha gerçek tipler haline geliyor Danny ve Abra. Bu da Stephen King gibi konusunda usta olan bir yazarın kaleminden çıkacak bir kurgunun parçası tabii ki. Mutlu son beklentisinin kırıntısını bile yaratmıyor King. Romanın son bölümlerini bir uçurumun kenarındaymışçasına okuyoruz o yüzden. Stephen King’in yeni romanı, istediği kadar fantastik bir kurgu olsun, eski karakteri Danny Torrance istediği kadar hayali bir kahraman olsun, sayfalardaki ve okurun zihnindeki her şey gerçek bu kitabı okurken. Bu anlamda haklı King; yazmak bir telepati olabilir.
Bazen hayat kurgudan daha gariptir
Vampirlere, kurtadamlara, hatta hayaletlere bile inanmayabilirsiniz, ama bu hayatta sizden başka insanlar varsa, bilinmeyen bir şeyler de var demektir. King gibi yazarlar, Poe’dan, Lovecraft’tan beri bu bilginin, daha doğrusu bilinmeyenin peşinden gidiyorlar. King, işin iyilik-kötülük çarpışması kısmıyla daha fazla ilgileniyor. İyilik adına kullanılacak birtakım insanüstü yeteneklerin habis varlıkları ne kadar cezbettiğini hayal etmekten zevk alıyor.
İyilerin, yani Danny ve Abra’nın psişik yeteneği ne kadar “ışıltılı” olsa da çok parlak bir yetenek değil, hatta bir lanet bile denebilir buna. O nedenle Abra buna “ışıltı” adının verildiğini duyduğunda rahatlıyor, çünkü Danny’yle tanışana kadar karanlık bir yetenek olduğuna fazlasıyla emin.
Doktor Uyku’yu bir baba-oğul romanı olarak da okumak mümkün. İlk roman Medyum’da başlayan çekişme, burada da bir yüzleşme olarak devam ediyor. Alkol de bu hesaplaşmanın en önemli değişkenlerinden biri olarak sürekli yer kaplıyor öyküde. Neredeyse elimizdeki kitabın yanında boş bir şişe görmeye başlıyoruz okurken. 70’lerin sonunda yayımlanan Medyum’u aslında kendisi hakkında yazdığını fark etmeden kaleme aldığını itiraf etmişti Stephen King. Tıpkı Danny gibi onun da “zihni bir karatahtaydı. Alkol de silgi.” Çocukluğunda yaşadıklarından, Overlook Oteli’nin musallat varlıklarından kurtulamıyordu Danny. Babasından kurtulabilmiş miydi peki?
Stephen King okuduktan sonra şöyle düşünür insan: Hayat bazen sadece bir tesadüf olduğunu kabul etmekle yetinemeyeceğimiz tuhaflıklarla doludur. Yanımızdan kim bilir kimler geçer sokakta? Kimlerle aynı kaderi paylaşıyoruzdur hiç haberimiz olmadan? Doktor Uyku’nun bize tekrar hatırlattığı gibi, yaşanan her şey, hatta ölümler bile birbirine bağlıdır, ama görünmez bağlarla…
Stephen King’in atlattığı ölümcül kazada yazara aracıyla çarpan Bryan Edwin Smith, Stephen Edwin King’in adaşıdır. Dahası, kazadan bir süre sonra Smith öldüğünde takvimler 21 Eylül’ü göstermektedir, yani Stephen King’in doğumgününü. Bazen hayat kurgudan daha gariptir gerçekten de. Bunu söylemek için de medyum olmaya gerek yoktur. Kurgunun hayattan daha az gerçek olduğu iddiasına karşı direnmek için ise Stephen King gibi yazarlar birebirdir.
Yeni yorum gönder