"İnsan yüreğinin en derin imdat haykırışı olan "Ben kimim?"e cevap bulmak bu dünyada sadece hikayelerin velayetindedir," der Danimarkalı kadın yazar Karen Blixen. Yakın bir tarihte orijinal Dancasından Türkçeye kazandırılan Yedi Harika Hikaye adlı yapıtı bu matrise uyuyor. Bunu, bütünüyle postmodern toplum ve değerlerinin fantastik bir dünyadan yola çıkarak, ironi ve mizah öğeleriyle bezenmiş eleştirel bir ruhla yapıyor. 78 yıldır hala güncelliğini ve evrenselliğini korumuş olmasını büyük ölçüde buna borçlu olsa gerek.
Karen Blixen kitabının yayımlandığı yıl verdiği bir röportajda, öykülerini neden 19. yüzyıl ortalarında, feodal toplumdan halkçı-demokratik topluma geçişin kırılma noktası olan bir zaman diliminde geçtiği sorusunu şöyle yanıtlamıştı: "Hikayelerimi bir yüzyıl geriye yani romantik bir döneme, insanların ve insan ilişkilerinın şimdikinden daha farklı olduğu bir zamana götürdüm. Çünkü ancak o zaman kendimi bir yazar olarak ve yazacaklarımda özgür hissettim."
Blixen’in burada özgür sözcüğüyle tam olarak ne ifade etmek istediği bilinmese de, yazar hakkında daha sonra çeşitli ülkelerde yapılan çok sayıdaki biografik çalışma, bunu kendi yaşamındaki çelişki ve zorluklarla, kendi hayat mücadeleleriyle bağlamlandırdığını göstermiş ve yazarın kendi hayatıyla hikayelerindeki evren arasında parallellikleri açığa çıkarmıştır. Yani, Blixen hikayelerini geçmişe yerleştirerek bunu maskelemeyi yeğlediği ve böylece söylediklerini kendinden soyutlayarak, düşüncelerini kaleme dökerken kendini daha rahat, daha hür hissettiği söylenebilir.
Yazar kuzeni İsveçli Baron Bror Blixen ile evlendikten sonra, 1914'de Kenya'daki kahve çiftliğine yerleşti. Burada asil bir İngiliz ailesinden gelen Safari avcısı Denys Finch Hatton ile büyük bir aşk yaşadı. Sevgilisinin bir uçak kazasında ölmesinin ardından ve 1931'deki Büyük Buhran nedeniyle Afrika’daki çiftliğine veda etmek zorunda kaldı. Blixen'in yaşamında olduğu gibi, hikayelerinin merkezinde de hep aşk var. Blixen aşkı arkadaşlık artı erotik olarak tarif eder. Yazarın aşka bakışı ilginç: "Aşk hakkında da bir teori geliştirdim, ‘homoseksüellik‘te olduğu gibi. Aşkı ’homogen’in kelime anlamında algılıyorum. Öyle ki, bu az çok şehvetli sempati şeklinde algılanabilir. kişisellikte bir birleşimden, birbirine medyun olmaktan ziyade, fikirlere ve ideallere doğru yönlenmiş bir birlik, bir aşk birliği; bu öyle bir his ki, aynen Aldous Huxley’nin ‘‘the love of the parallels’’ (paralellerin aşkı) (Aldous Huxley: Şu Kısır Yapraklar) kastettiği gibi; aynı tabiattan dostların ilişkisini andırıyor ... ve benim demek istediğimi de pek güzel ifade ediyor: insan, birbirinde ‘‘erimeden’’, birbirine ‘‘karışmadan’’; belki birbirine çok yaklaşmadan da ..., ve birbiri için yaşamın tek amacı da olmaksızın, kendinde varolarak ve uzun vadeli kişisel amaçlarının uzak amaçları ardından giderken, mutluluğu bu süreçte birbiriyle paralel duruşla ilerlemede yakalamak."
Hikayeler insan-hayvan-tabiat-tarihin birbirine karıştığı bir dünyada geçiyor. Bu bileşimde diskurs ve birey arasındaki mesafe vurgulanıyor, sözün kaynağı ve hakimi olarak insan şeklindeki ilüzyon deliniyor, sönüyor. Kimlik açık bir kütle, üstü kapatılmayan bir proje olarak gösteriliyor; burada insan ilanihaye değişken, delikli ve geçirgen, ve muamma dolu. İnsanın sözün sırf efendisi olmaktan çok diskursların bir çıktısı olarak gösterilişi bize Foucault’nun (Les mots et les choses, 1966) dil ve bilgi ağırlıklı görüşlerini hatırlatıyor: İnsan, belli diskürsif pozisyonlar uzantısında var olur. Et ve kemikten değil, repliklerin ve alıntıların oluşturduğu dilsel bir ürün; sırf dilsel ve metinlerarası yapıların taşıyacıları olarak işlev gören içi boş bir kukla bebek.
Bir örnekle, Hayalperestler hikayesinde ünlü soprano Pellegrina Leonis’in operada bir yangın sırasında sesini kaybedişi, bunu takibeden onüç yılda başından geçenler anlatılır ve hikaye dramatik bir ölüm sahnesiyle son bulur. Lakin bu hikaye son derece geniş, sereserpe işlenir, ve bir gece vakti Zanzibar’a doğru seyreden bir yelkenlinin güvertesinde anlatan Lincoln adlı karakterin kendi hikayesi, ve hikayeyi dinleyen Mira adlı karakterin hikayesiyle çember içine alınır. Böylelikle, bir yelkenlinin güvertesinde, ufak bir gemici fenerinin etrafında uzanmış, sohbet eden üç insanın anlattıklarıyla oluşan öyküde, anlatının başı da sonu da bu güvertedir. Yani olan biten herşey, kahramanlar ve eylemleri, yalnızca anlatılan hikayelerin içinde ve onlar vasıtasıyla varolurlar.
Yedi Harika Hikaye’deki öykülerinde hep bir cinsiyet karmaşası var. Normatif cinsellik ve kimlik kavramlarına bir yandan ince bir ironi ile meydan okurken, diğer taraftan da bunları din ve ahlak kavramları ile yüzleştiriyor. Şaşırtıcı ve sık sık ürkütücü, tersyüz edici, eksantrik ve abartılı taktiklerle, heteroseksüelliği ve cinsel özelliklerin bütününü, ve de bununla bağıntılı olarak kimliğin sahte tabiatlarını ve metafiziğini bu yüzleşmede özünden sorguluyor. Maymun hikayesi (hetero ve homo)seksüellik cinsiyet ve kimlik arasındaki bağlaşımların keskin bir analizi. Bu etkileşim diğer hikayelerde de farklı ortamlarda ön planda. Ancak, bu cinsel eğilimler insanı normların ekseninden dışlayan, onlara farklı bir psikolojik yapı, karakter hasletleri ve fizyonomiler yakıştıran bir kimlik kartı gibi işlemiyor. Blixen’in hikayelerinde cinsel sapık ve cinsel sapıklık kavramı yok.
Öykülerde bir diğer tematik buluşma noktası, kadın ve erkeğin birbiri ve toplum karşısındaki konumu. Blixen, erkek ve kadın tabiatı arasında farklılık olduğuna inanır. Yazara göre, "erkeğin kütle merkezi, tabiatının özü, hayatta ne yaptığında ve ne başardığında yatar, kadınınki ise ne olduğunda." Lakin, Blixen'in burada demek istediği aktif ve pasif olma durumu değil. Blixen’e göre, kadının varoluş şeklinde aktif ve dinamik bir yan var, ancak bu erkeğin yaptıklarından ve başardıklarından farklı bir aktivite kalıbını içerir. Fakat yazar her insanın erkeksi ve kadınsı öğelerden bir parça taşıdığını da kabullenir. Blixen’in burada kastettiği şey, erkek ve kadın tabiatına uygun aktivitelerin ve meşguliyetlerin belli sınırları olduğu. Bu, maskülin ‘‘eylem’’ karşısındaki feminen ‘‘varoluş’’, Jung’un, medeniyetimizin en büyük trajedisinin feminen ilkelerin bertaraf edilmesi ve kısır maskülin entellektin ağırlık kazanması olduğu şeklindeki tesbitine uyuyor.
Blixen’in ahlaksal-etiksel değerlere olan duruşunun merkezinde bu aşk, bu cinsellik ve cinsiyet anlayışı var, ve bunun bir yanında cinsiyetler-arası ilişkiler ve genel anlamda cinsellik, öbür yanında da da ilahi olan ve din yer alır. Blixen hikayelerinde sıkça değindiği “Tanrının inayeti” kavramını bu bağlamda az çok adalet kavramına karşı bir konuma yerleştirir ve irdeler. İncil’den ve Eski Ahit’ten hikayelerle karşılaştırır. Ve bunlar buram buram eleştiri kokar. Ancak Yazarın eserlerinde Doğu mistisizmine karşı bir çekim hissedilir; bu İslam tarihinden ve Kuran’dan yaptığı alıntılar ve bunların bağlamlandırılış tarzından açıkça sezilir. Norderney’i Çarpan Nuh Tufanı öyküsünde, Bayan Malin şöyle der: Evet, kardinalim ... bahsini duyduğum bütün hükümdarlar içinde doğruluk ve gerçeklikte Tanrının ruhuna en çok yaklaşan zannımca Bağdat’ın Harun Halifesidir.
Karen Blixen 6 kez Nobel Ödülüne aday gösterilmiş, yapıtlarıyla yalnız Hollywood’u değil, Oscar ödüllerini de cezbetmiş bir yazar. Afrika’daki hatıratlarına dayanarak yazdığı Den afrikanske farm (Afrika’daki Çiftlik) romanının filmatizasyonu 1986'da 7 Oscar kazandı. Filmde Blixen'i Meryl Streep, sevgilisi Finch Hatton’u da Robert Redford canlandırmıştı. Karen Blixen´in Skæbne-Anekdoter (Kader Anekdotları) adlı yapıtındaki öykülerden biri olan Babettes Gæstebud'un (Babette'in Ziyafeti) filmatizasyonu da 1989'de Oscar aldı. Babette rolünü Stéphane Audran canlandırmıştı. Yazarın eserlerinden Türkçe örneklerin yok denecek kadar az olduğunu göz önüne alırsak, Yedi Harika Hikaye’nin önemli bir boşluğu doldurduğunu sevinerek söyleyebiliriz.
Yeni yorum gönder