Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Yemek bizim ölümlülüğümüz



Toplam oy: 1460
Şule Gürbüz
İletişim Yayınevi
Telkin gibi virgüllü sarmal cümleler, kötümser ama zeki aforizmalar, karakterlere has akıl yürütmeler, sivri bir mizah... Tüm bunlar bile, Şule Gürbüz okumanın nasıl bir lezzet olduğunu anlatmakta yetersiz kalır.

Önü ölüm, arkası yaşam karakterler oyalanıyor uçurumun kenarında, atıl. Ne itebilirim arkalarından ne de hayata geri çekebilirim. Ben sadece bir okurum; bazı cümlelerin sarmalında kayboldum, öbür satırlar beni buraya getirdi. Peki ya Şule Gürbüz? O yazdı bu karakterleri, iliştirdi uçurumun kenarına. Ama o da dokunmuyor karakterlerine. Karakterlerin bir ölüme bir yaşama doğru, kurulu otomatlar gibi salınmasında da, kullandığı sözcüklerin melodisinde de, seçtiği imgelerin ve temaların tekrarında da, hatta virgüllerin çokluğunda bile hayattaki ritmi, makamı ve uyumu arıyor Şule Gürbüz. Varolanı fark et diyor, olmayanın yerini herkesin tekrarladığı ritüellerle doldur. Virginia Woolf’un Mrs Dalloway’de, çiçeklerde, ağaçlarda ve bir günün detayında hayatı ve zamanı görmesini Fibonacci sayı dizisine bağlayan bir makale okumuştum. Sayılara aklım erseydi eğer, Coşkuyla Ölmek öykülerindeki pidelerde, peynir ve gofrette hayatın şablonlarını aramaya teşebbüs ederdim.

 

 

 

“Akıl nedir Aysu? Uyumdur Şule Gürbüz.”

 

 

 

 

 

        (Görsel çalışma: Danni Stefanetti)

 

 

 

 

Aklına yatar mı peki; dünya, insanları kendi devamı için kullanıyor desem? Dünya ile hayat ile, bu rezil ikiliyle elbirliği edip “sizlerdenim” diyenler mi uyumlu? Akıllı? Dünyayı her makul bulan, onu ayıplayanı yalnızlaştırır, tuhaflaştırır.

 

 

 

Tuhaf ve yalnız karakterler var öykülerde. Kendi hayatlarının güvenilmez anlatıcıları onlar. Varoluşlarını neredeyse içgüdüsel ve yabanıl bir keder olarak hissediyorlar. Karakterleri kendilerine en yabancı oldukları halde, kendi hakikatlerine karşı ikiyüzlülük ederlerken okuyoruz. Bu nedenle hepsi çok tanıdık geliyor.

 

 

 

 

Dört öykü bir ölüm

 

 

 

Öyküler, bir gerisayım atmosferi taşıyor. Karakterlerin öfkesi, kederi, yenilgisi, vazgeçişleri, ölme arzusu hep kötücül bir sonla tehdit ediyor okuru. Çoğu zaman komik bir beklenmediklikle bitiyor öyküler - ki bu hayatın, istenince kendiliğinden gelmeyen ölümle dalga geçmesi. Kitabın adında da bu kara mizah saklı: “Gencin coşkusu, hayalkırıklığının taşması neticesindeoluşan keder gibi görünen, ölüm coşkusudur. İhtiyar coşkusuz ölür, genç eğer ölürse coşkuyla ölür. Itiraf edeyim gençken ölmeyi çok isterdim. Coşkuyla ölmek isterdim. Ama hayat bizi sürükler bırakmazdı.” Coşkuyla ölmek bir oksimoron.

 

 

 

Tek ölüm var kitapta. O da felsefi falan değil; büyük bir soruyu cevaplamıyor, ritüellerle geçiyor işte. Bu ölüm için yaşamaya, bu yaşamak için ölmeye yazık. Acı sanılan aslında boşluk duygusudur, methedilen tabuttadır, ölen ölür. Mezarlıklar saadethane, yat, üzerine toprağı çek, oh. Cenaze, oradan kabristana gitme, akşamüstü eve dönme derken, gün biter. Ölümün ömrü bu kadar sürer.

 

 

 

 

Yine de bırakıyor karakterlerini Şule Gürbüz. Bırakıyor ki, öfkeyle, kendine zarar vererek, acı duyarak, yaşarken o ölüm coşkusunu hissetsinler. Biri kendini dövdürttükten sonra karaciğerini, çenesini, boynunu, belini hissetmekten hoşnut. Ağrıyan yerlerine çiğ et sarmak gerek. Ete et sarmak. Bir diğeri elleriyle, tırnaklarıyla kendine zarar veriyor: “Başla üzerindekileri paralamaya, kan ter içinde kal, ellerin kesik kesik, boynunda kurtla boğuşmuşsun gibi halka halka izler, göbeğinde nasıl olduysa birkaç tırnak izi.” İşi dualara bırakan da var: “Kıyamet kopsa keşke keşke keşke böyle güzel bir günde.” Ölmek istiyorum da yerim dar diyen de: “Tam ölecek halde idim. Bir kapı, bir çıkış vardı. Sığabilecek miydim?”

 

 

 

 

Ölümün tersi yemek

 

 

 

Yemek yemek, en iğrenç ve en alt düzeyde var olma şekli. Ölmeye her cesaret edemeyişimizdeki teslimiyet. Ölümden en uzaklaştığımız an. Bu nedenle, Şule Gürbüz hikayeleri ölmek kadar yemek ile de ilgili. Ölmenin tersi yemek çünkü. Çoşku var mı yemekte, coşku? Yanıt, Şule Gürbüz’ün müthiş mizah duygusunda: “Kendimi de ağzımdan vurasım, midemi kurşunla doldurasım var. Birden biraz ilerde bir pide salonu gördüm.”

 

 

 

 

 

 

       (Görsel çalışma: Kelly Franklin)

 

 

 

Avokado püresi yabancı, on parmağın tüm lütfunu cama geçirmek istiyormuş gibi kavranan çay dosttur. Böreğin kenarını sevip ortasını yerken hayat geçer. Çocukken sevilen gofret ölen babayı geri getirmez. Evde yetişkin erkek felakettir, peynirleri bitirir. Evlenir, peynirin azaldığına üzüldükçe kalan ömrünün çokluğuna dertlenir. Karısı yemeklere tuz koymayan koca eğilip kendi tadına bakar ve boşluk tadı gelir ağzına. Karısının bıçak ucuyla uzattığı elmaları yiye yiye karısına dönüşebilir bir erkek. Ve herkesin önündeki aynı şeyle; herkesin aynı şekilde doyduğu hayat, koca ve kokulu bir yemekhanedir. Nar kolestrole iyi gelmese de, çarşambaları pazar kurulur, kaya gibi domates, şekerpare kayısı. “Sen mezardasın onlar pazarda.”

 

 

 

 

İşin komiği, öykülerdeki hiçbir erkek cesaret edip de, misal Melville’in Katip Bartleby’si gibi yemek yemeyi reddederek hayata meydan okumayı akıl etmez. Öykülerdeki erkekliğin varlık alanı, attığı her adımın farkında olarak kaçmak, bilinen yola girip keşfi önemsememek. Bilenen yol, yol bile değil, sadece evde oturmak. Çocuklar ana babanın devamı değil, müstakil de değil, iki sokak ötesi en fazla. Bu senaryonun kötü adamı da kadınlar: “Iyi bir kadın devlettir, lakin iyi kadın da yoktur.”

 

 

 

 

Sözcüklerin değeri

 

 

 

 

Telkin gibi virgüllü sarmal cümleler, kötümser ama zeki aforizmalar, karakterlere has akıl yürütmeler, sivri bir mizah... Bunlar bile, Şule Gürbüz okumanın nasıl bir lezzet olduğunu anlatmakta yetersiz kalır. Farklı öykülerde tekrar tekrar kullanılan imgeler, temalar; metne kendi kendini çözümleyen bir özellik katıyor. Hep aynı öyküyü yeniden okuyormuş hissi, aslında okur için hayat denen düğümü yeni baştan çözme ve anlama fırsatından başka bir şey değil. Bu nedenle değerli her sözcük.

 

 

 

 

Edebiyat Nedir?' makalesinde Sartre, sözcüklerin değerini olguları açıklama kabiliyeti üzerinden ölçer. Şairin, sözcüklerin anlamlarını değiştirerek onlara nesne muamelesi yaptığını, bu değiştirilmiş sözcüklerin anlamlarına güvenemeyeceğimizi savunur. Sartre’a göre, toplumu değiştirecek anlaşılır ve açıklayıcı mesajı, nesir yazarı verecektir. Şule Gürbüz, üzerine bu Sartreçı misyonu almış mı bilemem ama, “elimde bir şiir kitabı ile şiir okuyarak ölmek, göğe veda etmek isterdim, öylece kaybolmak,” diyen öykü karakteri ne hayatı anlıyor ne ölümü. “Şiir okuduğu için hem derin hem anlamadan bakıyor.” Adı akılsız adam.

 

 

 

“Akıl nedir Sartre? Şaire sorma Şule Gürbüz.”

 

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.