ABD’li müzisyen ve yazar Josh Malerman, ilk romanı Kafes’in yurtdışında yayımlandığı günlerde okurlarıyla buluştu ve atmosferik müzikler eşliğinde bir kitap dinletisi yaptı. Ne var ki, o gün orada olan meraklı okurları bir sürpriz bekliyordu. Herkes gözünü bağlayacak ve hiçbir şey görmeden dinleyecekti bu romanı.
Saramago’nun Körlük, Cormac McCarthy’nin Yol gibi romanlarından Yürüyen Ölüler çizgi romanına ya da Richard Matheson’ın Ben, Efsane!’sine kadar uzanan bir çağrışım kümesi olan psikolojik gerilim romanı Kafes’te, kahramanlar tüm öykü boyunca gözleri bağlı bir şekilde, post-apokaliptik bir dünyada hayatta kalmaya çalışıyor. Adını saydığımız çağdaş örnekleri anımsatan bir arka plana, özellikle kapana kısılmış olmak ve yüzleşilen tehlikenin tam olarak anlaşılamaması gibi unsurlara sahip olsa da, esas olarak korku edebiyatının temellerinden beslenen roman, bununla kalmayıp kendisinden sonraki eserleri de besleyebilecek bir eser potansiyeli taşıyor.
Korku edebiyatının en tekinsiz unsurlarından biri evdir. Ev sahiplerinin ya da davetsiz misafirlerin yolu bazen evin tavan arasında bazen de kilerinde birleşir; bu gizemli köşeler, genellikle perili ev öykülerinde başroldedir. Edgar Allan Poe’nun “Usher Evi’nin Çöküşü” öyküsünde ev, önce doğaüstü varlığın alanıyken –zamanla– kendisi de adeta bir kahramana dönüşür. Stephen King’in Peter Straub’la birlikte kaleme aldığı Kara Ev veya W. H. Hodgson’ın Sınırdaki Ev’inde de evin kendisi düşsel, doğaüstü bir mekan haline gelir. Josh Malerman ise romanında bu zincire farklı bir halka ekliyor. Öncelikle romanın adının ev klişesine doğrudan bir gönderme olduğunu ve yazarın roman boyunca daima evini, ait olduğu yeri arayan insanın sürgünlüğünü ve yabancılığını kurcaladığını unutmamak gerek. Olayların geçtiği mekanları da, evin güvenli olduğu varsayılan içi ve tehlikeli varlıkların kol gezdiğine inanılan dışı olarak ikiye ayırmak mümkün. Bu noktada, tam da beslendiği korku klasikleri gibi evin tekinsizliğini vurguluyor Malerman. Sık sık kilerden ya da tavan arasından korkmanın eski dünyanın korkuları olduğunu vurgulayan bazı kahramanlara karşı, en güvenli yer olarak bu gizemli köşeleri seçen ve oraya sığınan kahramanları öne çıkarıyor. Yabancıların başka yabancıları evlerine aldığı, kimsenin ev sahibi olmadığı bir dünyada, evin dışıyla içinin bir olmasının yarattığı huzursuzluğu da irdeliyor. Buradaki anahtar, kahramanların göz bağı takarak yaşaması değil sadece, evlerin de pencerelerinin örtülü olması. Dışarının görülmediği bir evin sahipleri, evi dışarıdan göremeyen misafirleri kabul eder mi? Bunu özellikle tartışmaya çalışıyor yazar. Korku edebiyatının ev klişesinin yanında H. P. Lovecraft’la özdeşleşen dehşeti tarif edememe, korkunç olanı anlatmak için kelimelerin kifayetsiz kalması, hakikati gören kahramanın, bunu dönüp başkalarına anlatamaması gibi unsurları da göz bağlarıyla yaşayan kahramanların huzursuz öyküsünün içine yediriyor.
Nefes nefese bir koşu
Malerman, kurguladığı öyküyü hem kahramanlarımızın kurtuluşu aradığı şimdiki zamanda hem de gizemli olayların başladığı geçmiş zamanda anlatmış. Maruz kaldığımız bu zaman gelgitleri maceranın heyecanını yükseltirken, her iyi gizem ve gerilim eserinin yaptığı gibi, romanın finaline doğru nefes nefese bir koşuya sürüklüyor bizi. Romanda karakterlerden ziyade onların –sadece başroldeki kahramanların değil, tüm karakterlerin– içine düştükleri durum ve yüzleşmek zorunda kaldıkları doğaüstü olay daha önemli bir yer kaplıyor. Kısacası Kafes, son sayfasını çevirmeden rahat edemeyeceğimiz romanlardan.
Tabii ki bir gerilim romanının finali, eserin değerini belirleyecek en önemli unsurlardan biridir. Hızlı ve sürükleyici olmak bir romana “iyi” dememiz için yeterli değildir. O nedenle bu noktada, romandaki doğaüstü durumun vardığı yeri tartışmak gerekiyor. Okuduklarımız kahramanların hayal gücünden mi ibaret, yoksa doğaüstü gelişmelerin yaşandığı distopik bir dünyada geçen fantastik bir roman mı okuyoruz? Fantastik edebiyatın tanım kümesinde yer alan bu sorunun kendisi, cevabından daha önemli. Malerman, görmediğimiz şeylere inanmadığımız modern dünyanın zihniyeti ile gördüklerimizden şüphe ettiğimiz postmodern dünyanın zihniyeti arasındaki tartışmayı, ancak görüldüğü takdirde etki edebilen, sadece insanlar tarafından görüldüğünde var olduğuna inanılan doğaüstü bir tehditten bahsederek alevlendiriyor. Görmediğimiz zaman var olmayan bir düşmanın öyküsünü anlatarak, sadece kendi içimize baktığımız ve orada gördüklerimizle düştüğümüz dehşeti anlatmaya çalışıyor. Korku nesnemiz dışarıda mı, yoksa içeride mi? Canavarlar bizden bağımsız mı, yoksa bizim icadımız ya da daha doğrusu, keşfimiz mi? Bu soruları metin boyunca sordurduğu gibi, romanın finaliyle de bu soruların etkisini pekiştiriyor Malerman.
Yazarın, roman boyunca göz bağıyla yaşayan, yani çevrelerinde olup biteni ancak hayal ya da tahmin edebilen kahramanların öyküsünü üçüncü tekilden anlatarak zor bir işe kalkıştığını söylemek mümkün. Her şeyi bilen ve gören anlatıcı/yazar ne zaman devreye girmeli, ne zaman susmalı ve okura özdeşleşme payı bırakmalı? Eğer Malerman bu romanı kahramanın ağzından yazsaydı, bu sorularla uğraşmayacaktı, ancak bu sefer de görmeyen bir karakterin bakış açısından anlatması gerekecekti öyküsünü. Malerman, tercih ettiği kurgu tekniğiyle, görmeden yolunu bulmaya ve canını kurtarmaya çalışan kahramanlarının öyküsünü anlatırken, okurlarının rehberi olmayı seçmiş, ama bunun seviyesini iyi koruyarak susma hakkını bol bol kullanmış.
Bir “ilk” roman için fazlasıyla dikkat çeken, çeşitli korku edebiyatı ödüllerine aday olan, yakın gelecekte beyazperdede izleyeceğimiz kesinleşen Kafes’in yazarı Josh Malerman’ın bir sonraki kitabında çıtasını yükseltip yükseltmediğini görmek ilginç olacak. Kim bilir, belki daha farklı bir üslup ya da dil kullanacak, ama eğer korkularımızı yazmaya devam edecekse, büyük ihtimalle, yeni dünyanın korkularının aslında çok da farklı olmadığını anlatmayı sürdürecek ve en güçlü korkumuzun bilinmeyenden kaynaklandığını hatırlatan Lovecraft’ı yine haklı çıkaracak.
* Görsel: Nihan Sarı
Yeni yorum gönder