Japonya’nın, 1800’lerin ortalarından itibaren İmparator Meiji önderliğinde başlayan Batı’ya açılma hamlesi, ülke insanı için bir “sorun”a dönüştü. Bilimsel ve teknik anlamda yüzü Batı’ya dönük olmasına rağmen toplumsal bağlamda geleneklerine sımsıkı sarılan Japon halkı, Avrupa’dan gelenlerin bohçasındaki kültürle bir bocalama devrine girdi. Bu durum çok kritik açmazlara neden olmasa da, özellikle insan ilişkileri ve iletişimde, kavramsal ve yaşamsal kimi çelişkiler doğurdu. Sanat ve edebiyat da haliyle bundan etkilendi; yeni ile geleneğin çatışmasından, büyük kentler ile taşra arasındaki “başkalık”tan doğan gerilimi yansıtan “ürünler” ortaya çıkmaya başladı. Bunun edebiyattaki örneklerinden birini, modern Japon edebiyatının öncülerinden sayılan Natsume Sōseki verdi. Başkarakterinin adını taşıyan romanı Sanşiro, Sōseki’nin mizahi bir dille kotardığı, az önce bahsettiğim Japon halkının bocalama dönemini anlatan bir kitap olarak öne çıktı.
Sanşiro, taşradan başkente gelerek Tokyo Üniversitesi’nde okumaya başlayan saf ve dürüst bir genç. Şehrin azameti karşısında şaşkına dönen, bunu bağlı olduğu gelenekleriyle aşmaya uğraşan Sanşiro, boyundan büyük duygularla ve düşüncelerle karşılaşıyor: Aşk, ölüm, bilim, sanat… Ardından bunları, yeni-gelenek çatışması içinde bir güzel sorgulamaya ve eleştirmeye girişiyor. Ancak Sanşiro’nun bu eylemi, bir reddediş ve şiddet barındırmıyor; o, hem kendi tepkilerini hem de etrafında olup bitenleri gözlüyor, korkup heyecanlanıyor ama bunları dışavurmuyor. Yeri geldiğinde yaptığı küçük çıkışlar ise naif kişiliğine uygun biçimde sadelikten şaşmıyor; Sanşiro, gözlemlemeye devam ediyor. Gözlemleri sırasında Batılı bir kadını, her yerin aynı anda inşa edildiği bir kenti, şehrin sakinlerinin taşrayı umursamaz tavrını ve kendi dünyası ile gerçek dünyanın henüz kesişmediğini görürken kalbi platonik aşklara takılıyor. Sanşiro’nun heyecanını frenleyen ya da yavaşlatan şey ise romanın fonunda yer alan şehir-taşra, yeni-gelenek çatışması.
Sanşiro, yaşadığı kampusu dünyanın yapmacıklı atmosferine benzetirken kendisine üç ayrı dünya kuruyor: İlki uzaklar; yani kendisi için kaçış yeri olan geçmişi. İkincisi okuduğu okul ve Tokyo. Sonuncusu ise modern mekanlardaki kadınlar. Her gece uykuya dalmadan bu üç dünyayı; annesini, üniversitedeki hocaları ile derslerini ve güzel kadınları karşılaştırırken geçmişi ve bugünü arasında gayet insani bir ayrım yaparak sevdikleri ile sevmediklerini tartıyor. O zamana dek geliştirdiği ahlaki yargıları incinse de bazen sorumluluktan kaçarak bazen yaptığı çıkışlar yüzünden kendisine şaşırarak “engin bir dünyada yaşayan şehirliler içinde” hayatına devam ediyor. Bu arada değişip dönüşen Japonya’da, tartışmaların merkezi Tokyo; özgürlük, edebiyat, Doğu-Batı farklılığı ve ideallere dair konuşmalar kentin her noktasında işitiliyor. Sanşiro da gözlemlerine devam ediyor...
Okul çevresinde ve biliminsanlarının dilindeki yaşam ve ölüm kavramları ise Sanşiro’ya hayli uzak: “Sanşiro, hayat ve ölüm döngüsü üzerine asla kafa yormamış bir adamdı. Damarlarında akan gencecik kan, öyle şeyleri düşünmek için fazla sıcaktı. Gençlik, gözünün önünde kaşlarını alazlandıracak kadar harlı yanan bir ateşti.” Tabii bu ateşe birliktelikler kadar ayrılıklar da dahildi. Sanşiro’nunki zorlu, mizahi, bazen acı bazen de isyankar bir yolculuktu.
Sōseki, pek çok sıkıntısına rağmen gayet şanslı bir genci resmediyor romanda. Daima soğukkanlı olan Sanşiro, dönüşüm geçiren ve geleneklerinden kopmayan Japonya’da, hemen her duyguyu hızla yaşıyor. Dolayısıyla hayatı zenginleşirken masumiyetini de kaybetmiyor.
Sōseki, romandaki başkarakterinin kişiliğinde o dönemin Japon gençlerini anlatıyor bir bakıma: Tökezleyen, kimi zaman düşen ve ayağa kalkmayı başaranlar, Sanşiro karakteriyle ete kemiğe büründürüyor.
Yeni yorum gönder