Bu kitabı kaç kere okuduğumu hatırlamıyorum ama onu her yeniden okuyuşumda çok farklı bir şeye takıldığımı biliyorum. Bazen bir sıfat oluyor bu, bazense bir cümlenin şekli.
Stevenson’ın öyküsü bu açıdan gerçekten de tuhaf bir vaka ve şayet bunca modernist yazarı etkilemiş olması onun değeri hakkında yeterli kanıtı oluşturmuyorsa, hem Nabokov hem de Henry James’in takdir ettiği kusursuz 'sunumu'nun bunu sağlaması gerekir.
'Sunum' derken neyi mi kastediyorum? Tam da ona bu benzersiz konumunu veren, her okunuşunda ayrı bir sıfatı, ayrı bir cümleyi anlamlı kılan 'kurulumu'nu. Öykünün parçaları, karakterleri, olay örgüsü, diyalogları, heyecanlı ve durgun kısımları ve harika finali öylesine dikkatle kurulmuş ki, insan onun en ufak bir değişikliğe dahi izin vermeyecekmiş gibi duran yapısına şaşkınlıkla bakıyor. Bu yüzden on dokuzuncu yüzyılın pek çok yazarını çalışkan, duygusal, hünerli, sıradan veya parlak gibi sıfatlarla tanımlarken, insan Stevenson’ın 'deha'sından bahsederken buluyor kendini.
Dr Jekyll ve Bay Hyde’ı, Karanlığın Yüreği’ne benzetenler olmuştu ve Karanlığın Yüreği’ni de James’in Yürek Burgusu’yla karşılaştıranlar. Birbirlerine yakın dönemlerde yazılmış bu üç kitap bir öykü anlatmanın üç farklı yöntemini sunuyor bize ve bunları basitçe iyi veya kötü diye ayırmak hiç de kolay değil.
Fredric Jameson gibi bazı eleştirmenler Conrad’ın aynı anda hem geleneksel hem de postmodern olabilen şizofrenik kitaplar yazdığını söylemiştir. Conrad’ın 'geleneksel' yanı, öyküyü bir anlatıcıdan onun dinleyicilerine aktarılan bir şey olarak görmesiydi (postmodern yanı ise bu gelenekselliği, Jameson’ın piyasa kültürü olarak gördüğü şeyle uyum içinde yaşatabilmesindeydi). Ancak James için bu geleneksel üslup, Conrad’ın bir modern romancı olarak gelişimine bir engel ve onu modern İngiliz romanı projesine katılmaktan alıkoyan bir kusurdu. Bir geminin güvertesinde hayatının heyecanlarını, maceralarını, hayal kırıklıklarını anlatan Charles Marlow, James’in hoşlansa da modern bulmadığı eski bir hikâye anlatıcılığı geleneğini yaşatıyordu. Oysa Yürek Burgusu gibi bir kitapta, öykünün aktarılışının kendisi başlı başına bir estetik problemdir. Romancının değeri de bu problemi çözerken gösterdiği maharetle ortaya çıkar.
Bir gün, bir Noel gecesi, bir adam yanımıza gelir, önümüze bir kitap koyar. Bakış açısına güvenip güvenemeyeceğimizden bile emin olmadığımız bir mürebbiyenin sözcükleriyle, korkularıyla ve hayalleriyle yazılmış bir kitaptır bu. Okurların bu kitabı okuyuşlarının belli bir anında ortadan kayboluşlarına şahit oluruz: bu yüzden de bize devrettikleri şeyin okuma eyleminin kendisi olduğunu hissederiz. Bu okur, Jekyll ve Hyde’ın meraklı okuru Utterson’a da benzer biraz. Ve bence onun öyküsü, bu üç kitap arasında ilk yazılmış olanı olsa da, Jekyll ve Hyde’ı hepsinden daha 'modern' kılar. Hatta bu kitaptan 'güncel' bir sanat yapıtı olarak bile bahsedileceğimizi düşünüyorum.
Neden mi? Bir kitap düşünün ki içindeki parçalar, yan yana geldiklerinde ve iç içe geçtiklerinde bir öykünün mekanizmasını, çarklarını, işleyişini tam bir 'yerleştirme' gibi bize sunsun. Bize hangi parçaları nasıl okuyacağımızı söylesin ve onlar hakkında ne düşüneceğimizle kesinlikle ilgilenmesin. Gizli geçitlere sokup çıkmaz yollara sürüklediği zihnimizi en sonunda iç içe geçmiş öykülere yerleştirip aradan çekilsin ve Jekyll ve Hyde problemini çözme işini de bize bıraksın. İşte bu yüzden 'yerleştirme' diyorum. Sözcüğün galerilerde, müzelerde kullanıldığı anlamıyla bir 'yerleştirme'. Her şeyi bilen, her ayrıntısına vakıf, kendisinden ve anlamından bütünüyle emin bir tablo değil. Parçalanmış, toparlanmayı, birbirine takılmayı, yeniden ve yeniden üretilmeyi bekleyen başka bir şey.
Dr Jekyll ve Bay Hyde’ın anlatıcısının kim olduğunu ilk başta anlamayız. Bize Utterson isimli bir avukattan, onun alışkanlıklarından, arkadaşlıklarından, sıkıntılarından ve mutluluklarından bahseden biridir bu. Kuzeni Enfield’la çıktıkları pazar yürüyüşlerinin ayrıntılarını bilecek kadar aşinadır karakterlerine. Utterson’ın en gizli duygularını, hırslarını, korkularını da bilir bir yandan. Ama onun sesi değildir, olsa olsa onun bir gözlemcisi olduğunu söyleyebiliriz belki. Omzunun hemen arkasında durur ve Utterson’ın yaşadığı şaşkınlıkları, mesafeli ve tatsız hayatına heyecan katan gizemli olayları onunla birlikte takip eder. Virginia Woolf’un 'serbest dolaylı üslubu'nu kullanır bazen. Utterson’ın duygularına tercüman olmak isterken o duyguların ilham verdiği sözcüklerle konuşurken bulur kendini.
Bu ses Utterson’ın bakış açısına sadık kalır ama ona sadık kalırken bir yandan da o bakış açısı ve merakın uzandığı yerlere, okuduğu metinlere, konuştuğu insanlara uzanır. Kitabı 'modern' kılan şeyi anlamak için de işe tam buradan başlayabiliriz. Buradan, yani Jekyll ve Hyde’daki imzalardan, mektuplardan, itiraflardan, 'yazı'nın bu kitapta oynadığı belirleyici rolden başlayabiliriz işe.
Utterson bir hakikate ulaşmaya çalışır ve Utterson’ın ulaşmaya çalıştığı hakikat mektupların, el yazılarının, tanıklıkların, seslerin ve kesik kesik görüntülerin bir araya gelişinde gizlidir. Tıpkı kendi hayatlarımızı tuhaf kılan bir sırrı çözmeye çalıştığımızda başımıza gelen şeye benzer bu: merakımızı harekete geçiren tek bir sözcük veya bir bakış olabilir ancak bu, yalnızca bizi harekete geçirdiği için önemlidir. Sırları çözmeye başladıkça kimsenin; hiçbir babanın, hiçbir otorite figürünün bizim aradığımız hakikati bize söyleyemeyeceğini anlarız. Çünkü hakikatimiz, kendi bir araya getirişimiz, kendi yerleştirmemiz ve kendi hareketimizden ibaret olabilir ancak.
Utterson bugün yaşasaydı sevgili arkadaşı Jekyll’ın evine girip çıktığını işittiği bu tuhaf adamı öncelikle Google’da arayacaktı kuşkusuz. Peki sonra neler olacaktı? Bay Hyde’a dair bulduğu sayfaları ve bilgileri takip ederken Utterson bunların arasında yer yer kaybolacak, dikkatini bir anlatıdan diğerine, bir bakış açısından ötekine yöneltirken zihni kılıktan kılığa girecek ve böylece onun James’in kullandığı anlamıyla öznelliği bu bakış ve dikkatle belirlenecekti.
Avukatın bakış açısı, şaşırtıcı derecede karmaşık bir yapısı olan ama yine de yalnızca tek bir kişiye ait olan bir bakış açısıdır. Bakmadığı yerlerde olanları da bu yüzden bize hiç gösteremez. Göremediklerimiz yüzünden meraklanırız ve James’in, Jekyll ve Hyde’dan bahsederken söylediği kitabın 'benzersiz meraklandırma gücü' de bize olayları gösteren bakış açısının bakmadığı yerlerde olanları ne zaman ve nasıl öğreneceğimizi bilemeyişimizden kaynaklanır. Oysa bize bugün benzersiz gelen bu özelliği kitabın sonradan edindiği bir teknikti çünkü Jekyll ve Hyde edebiyat tarihinin en ilginç 'yeniden yazılmış' kitaplarından biridir.
Yeniden yazılmış diyorum ama aslında yazılmış, yakılmış, baştan yazılmış sonra yeniden yazılmış ve düzeltilmiş ve basılmış demeliydim. Şair Coleridge’in günlerden bir gün çektiği ağrıları azaltsın diye afyon aldığını ve bir uykuya daldığını, üç saat boyunca gördüğü düşlerle Kubla Khan adlı şiirini yazmaya başladığını ama henüz birkaç sayfa yazmışken odasına birinin girdiğini, Coleridge’in de ilhamını kaybedip gördüğü hayallerin geri kalanını unuttuğunu biliriz. Stevenson afyon almamıştı belki ama oldukça tuhaf bir rüya gördükten sonra yazmaya başlamıştı bu kitabı. Fakat karısı Fanny, Stevenson’ın kendisine gösterdiği metinden nefret etmiş, bir an önce ondan kurtulmasını istemişti.
Fanny’nin okuduğu metinde neler olduğunu hiçbir zaman bilemeyeceğiz. Stevenson’ın karısının dile getirdiği dehşet, iğrenme ve şaşkınlık duygularına hak verip neden o sayfaları yaktığını da. Ama bildiğimiz bir şey var; şöminede henüz yeni birikmiş küller, bir tutam toz gibi dururken Stevenson öyküyü yeniden ele almaya karar vermişti. Gördüğü rüyayı anlattığı öyküyü bir kez daha yazacaktı. Daha önce çok ayrıntılı ve belirgin olan şeyleri genelleştirecek, muğlaklaştıracak ve kesinlikten uzak kılacaktı. Resmedeceği imgeyi çok iyi görüyordu aklında ve şimdi onu öylesine dolambaçlı yollarla bize ifşa edecekti ki, kurduğu labirentin kendisi de o resimle akraba olacak, o resmin dehşetinden parçalar taşıyacaktı. Tıpkı bir kabusun en sonunda beliren dehşet verici bir imgeden değil, bir işleyişten, bir yapıdan, bir 'sunum'dan ibaret olması gibi, Dr Jekyll ve Bay Hyde da bize 'hakikat' ile 'yapı' arasındaki o gizli bağlantıları gösterecekti.
İşte bu yüzden belki de yazacağımız kitapları yakmalıyız önce. Orada anlattıklarımızı bastırmalı, yasaklamalı ve ortaya çıkarmaktan korkmalıyız. Bir daha ve bir daha yazmalıyız daha iyi yazılamayacağına emin olduğumuz o yazıları. Yüzlerce defa prova yapan dansçılar gibi izlemeliyiz hareketlerimizi ve kendimize bakarken ve yeniden bakarken, yeniden ve yeniden kurmalıyız kendi yollarımızı. James’in Stevenson’ın kitabındaki 'sunum'u neden beğendiğini, kaç kere okuduğumu hatırlamadığım Dr Jekyll ve Bay Hyde’ı bir kere daha okurken anladım. Ne sıfatların güzelliği ne de cümlelerin kuruluşundaki tuhaf müzikti bunun nedeni. Çok başka bir şeydi: beyaz sayfaların altında görebildiğim ikinci bir kitaptı, bu kitabın bir kopyası olduğu bir başka kitap. Bu kitabın yazarı bir öykü hayal etmekle yetinmemiş, daha da zorunu yapmış, hayallerini yakmış ve bize hayalini sunmanın yöntemlerini hayal ederek yepyeni bir kitap yazmış.
Yeni yorum gönder