Bu yıl içinde okuduğum romanlar arasında 'yeraltı' edebiyatı içinde değerlendirilebilecek olanlar diğerlerine kıyasla çok daha dikkat çekiciydi. Sadece bu yılla sınırlamayalım, son birkaç yıldır 'yeraltı' ürünlerinin düzeyi -gerek içerik gerek biçim açısından- çok doyurucu. Bu romanlardan bazılarını -Kerouac’ın Yolda'sını, Christopher Isherwood Hoşça Kal Berlin'ini, Jon McGregor’un Köpekler Bile’sini- SabitFikir dergi ve internet sayfalarında tanıtmıştım. Bunlara Edgar Hilsenrath’ın F*ck America'sını, Clemens Meyer’in Biz Rüya Görürken'ini, Andrea G.Pinketts’in Lazzaro, Dışarı Çık'ını, Birgitta Trotzig’in Çamur Kralının Kızı'nı, hatta Atiq Rahimi’nin Kahrolsun Dostoyevski'sini de ekleyebiliriz. Biraz geriye gidersek iki örnek daha verebilirim; Vladimir Makanin’ın Underground ve Peter Pišťanek’in Babil’in Nehirleri sosyalizmin çöküşünden sonraki hayatı, bireyin yozlaşma ve çözülme sürecini yansıtmak için 'yeraltı' tarzını kullanan gerçekten çok çarpıcı romanlardı.
Kaybedenlerin dünyası
'Yeraltı' -ya da 'Underground'- edebiyatını kategorize etmek çok kolay değil aslında. 'Metro’suyla, 'mafya’sıyla, arkeolojisiyle, müziği, sineması, edebiyatı ve dergileriyle çok farklı anlamlarda kullanılan 'yeraltı' kelimesi dilimize iyice yerleşti. Yerleştikçe de yeraltılık niteliklerinden çok şey kaybetti. Öncelikle irkiticiliğini yitirdi, evcilleşti, olağanlaştı; hayatın sıradan görünümlerinden biri haline geldi. Tıpkı bir zamanlar Beyoğlu’nun arka sokaklarına sıkışmış kabadayıların bugün eğlence dünyasına hakim iş adamlarına dönüşmesi gibi, bir zamanların lanetlenmiş, edebiyat dışı sayılmış romanları da artık klasikler arasına kabul edildi.
Peki nedir bir kitabı 'yeraltı'na indiren? Öncelikle ele aldıkları insan tipleri ve seçtikleri konular diyebiliriz. Dibe vuranların dünyasını anlatır 'yeraltı' romanları. Ama dibe vuranlar 19. ve 20. yüzyılın büyük gerçekçi yazarlarının da ele aldığı insanlar değil miydi? Kuşkusuz “evet”. Ancak Fransa’da, İngiltere’de, Rusya’da en parlak çağını yakalayan roman sanatının büyük ustaları dibe vurmuş insanları romana sokarken toplumsal bir eleştiriyi amaçlıyor, yazar ahlaki tercihlerle, iyiye duyduğu inançla, aydın olmanın sorumluluğuyla hareket ediyordu. Dili ve uslubuyla kusursuz bir form tutturmuştu 19. yüzyıl romanı.
20. yüzyıla damgasını vuran iki büyük savaşın yarattığı yıkım ve acılarla Batı’nın düşünce ve değerler sistemine, akla ve ilerlemeye duyulan inançlarını yitiren Celine, Malet, Genet, Vian gibi Fransız yazarlar, üslupları farklı da olsa Salinger gibi Beat kuşağı üyeleri ya da Bukowski gibi Amerikan rüyasından sıçrayarak uyananlarsa artık çözümlemiyor, siyasi yan tutmuyor, insanlıktan, ahlaktan, ilerleme ideallerinden dem vurmuyor, ama reddiyelerini bizzat alt sınıfların bakış açısını, onların dilini kullanarak yükseltiyorlardı. Kişisel öfkelerini yansıtan edebi isyanlarının çığlığı bütün kurumlarıyla sistemden ve toplumun kendisinden almak istedikleri intikamın çığlığıydı ve Sade gibi, Wilde gibi lanetlenmiş öncüleri vardı: Genet, “Yaşamış olduğum serüveni onlarla yeniden kurmaya çalıştım; bu serüvenin simgesi piçlik, ihanet, toplumun reddi ve yazıydı” demişti roman anlayışını özetlerken. Celine, alışılageldik edebiyat dilinin dışına çıkıp edebiyatın kendisini, sanatı, dini ve siyaseti, kısacası kültürün tamamını ve toplumun tüm kurumlarını karşısına almış, kutsal kabul edilen her şeyi çiğneyip geçmişti. Vian, Mezarlarınıza Tüküreceğim romanındaki 'kara' adamıyla tecavüz etmişti beyazların dünyasına….
Sinemada 'Yeni Gerçekçilik', 'Yeni Dalga' ve 'Yeni Sinema', sanatta 'avangard' ve 'neo-avangard' gibi akımlarla ilişkilendirebileceğimiz 'underground' edebiyat, edebiyatın başındaki hareyi parçalayıp kutsallığını yok eden bu gayrı meşru biçim, aslında kapitalizmin belki de biricik meşru çocuğudur.
Suçlular aramızda
Ne yazık ki bugünkü hayatı teşhir etmek açısından çok vaatkar görünen bu türe yerli yazarlar yeterince ilgi göstermiyor. 80’lerden sonra bir kıpırdanma gözlemlense bile 'yeraltı' örneklerimiz ciddi bir yekun oluşturmuyor. Yakın zamanda yayımlanan Hakan Günday’ın Az'ı, Hüseyin Kıran’ın Gecedegiden'i, Cumhur Orancı’nın Acı Düşler Bulvarı'ı ve Alican Ökmen’in Kirli, Paslı, Bozuk'u eksikliği biraz olsun gidermekle birlikte 'yeraltı' insanlarınının çığlığını duyuracak romanlara ihtiyacımız var. Ne türden insanlar, nasıl bir çığlık? Bu soruları Kirli, Paslı, Bozuk üzerinden yanıtlamaya çalışacağım.
İlk romanı Kirli, Paslı, Bozuk'ta yeraltının dibe vurmuş insanlarının suça batmış hayatlarına eğilmiş Alican Ökmen. Bir gece vakti başlayan hikaye, zincirleme bir dizi olayla dolu dizgin ilerlerken hapçıları, torbacıları, uyuşturucu satıcılarını, eroin bağımlılarını, yolunu şaşırmış üniversite öğrencilerini, uyuşturucu alacak parayı bulmak için vücudunu satan kadınları, askerliğini komando birliğinde tamamlayanları, polisleri buluşturuyor.
Romanın şiddet, cinayet ve intikam etrafında gelişen polisiye bir kurgusu var. Burada bir hatırlatma yapalım: Yeraltı insanlarının hayatının doğal kriminalliği nedeniyle çağdaş polisiye edebiyatla 'yeraltı' edebiyatı arasında büyük bir yakınlaşma görülür (Boris Vian, Leo Malet, Trocchi gibi türün önemli yazarları da benzer bir kurguyu kullanmışlardı). Suç hayatın içindedir ama anlamı farklıdır. Doğallaşmıştır. Suçun varlığı kriminalleşen bir dünyanın teşhirine yönelir. Alican Ökmen’in roman kişilerini bir araya getiren 'suç' ya da 'suçlar' dizisi için de aynı şeyi söylemek mümkün. Sınır o kadar belirsiz ki bu dünyada kimin masum kimin suçlu olduğuna karar vermek hiç kolay değil. Mağdurların intikam ateşiyle kavrulduğu bir anda, duyguların en safı, en karanlığı ve en acıma bilmezi olan intikam, mağdurun zalim, zalimin mağdurla yer değiştirmesine neden oluyor. İnsanların o anki ihtiyaçları neyi gerektiriyorsa onu yaptığı, neye inanması gerekiyorsa ona inandığı, bencilleştiği, kirlendiği, bozulduğu bir hayatı anlatırken ahlaki bir sorgulamaya hiç girmemiş Ökmen.
Kirli, Paslı, Bozuk'un şahıslar kadrosu kolay yakınlık kuramayacağınız anti-kahramanlardan oluşturulmuş. Kaderleri baştan çizili; kendilerini bekleyen kaçınılmaz sona doğru hep birlikte yuvarlanıyorlar. Hikayenin en başında izlediğimiz kaderlerinden kurtulmak, hiç değilse bu sonu geciktirmek için çırpınışlarında insani bir dram çıkarmak mümkün olsa bile pek bir önemi yok. Çünkü herşeyin kirlendiği, insanların çürüdüğü, adilik ve bayağılığın egemen olduğu böyle bir dünyada insan hayatlarının hiç bir değeri yok.
Polisiye kurgusunun gerilimini sinemasal anlatımın araçlarını da kullanarak tırmandıran hızlı ve tempolu roman yer altına yakışan sert dili ile okuyucuyu rahatsız edebilir. Bir alıntıyla örnekliyorum;
“En son silah seslerini askerdeki atış talimleri sırasında bu kadar yakından duymuştum. Bu kulak çınlatan gürültülü patlamaları yeniden işitebileceğim hiç aklıma gelmezdi. İnsanlara ait olmadığı sürece kan ve iç organları görmeye, kanın kesif kokusunu solumaya işim gereği alışkın biri olsam da bugüne dek hep yaralı ya da ölmek üzere olan hayvanların tedavilerinin yapıldığı küçük ameliyathane odasında üç insan öldü. İkisi burada, odanın içerisinde, diğeri de hemen kapının dışında akvaryumların önünde yatıyor. Sağ duvardaki rafın bitimindeki demir taburenin üzerinde açılan kafasından beyni duvardaki fayanslara sıçramış halde oturan ölü beden, bir zamanlar uzaktan tanıdığım biri. Bir kadın. Yerde yatan diğer ikisi ise, hiç tanımak, bulaşmak istemeyeceğim türden pis adamlar. Buradan sağ salim çıkmayı başarırsam, hiçbirinin ruhu için yas tutmayacağım.”
Kısacası Kirli, Paslı, Bozuk yeraltı dünyasının sesini ve şiddetini duyuran bir roman...
İçinde Ağır Roman'dan Grangé'a fazlaca şey taşıyan çok başarılı bir 'ilk' roman. Ek olarak polisiye - yeraltı beraberliğinden nasibini alabilmiş Arthur Nersessian'ın Fuck-up'ını da tavsiye ediyorum haddim olmayarak. Yeraltı iyidir. Harika bir inceleme olmuş onun için de ayrıca teşekkürler.
- Arda
Yeni yorum gönder