Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Yeraltından göğe yükselen peygamber: Dostoyevski



Toplam oy: 1562
Rene Girard
Everest Yayınları
Dostoyevski sanatçılığının derinliği ve modernitenin krizlerine dönük peygamberane esrimeleri hakkında çok şey yazılabilir ancak sözü Henry Miller'a bırakalım: "Dostoyevski okumaya başladığım o ilk gece hayatımın en önemli olaylarından biridir."

"Dostoyevski, kendisinden bir şey öğrendiğim tek psikologdur. (Nietzsche)" Tozlu raflar arasında dolaşan parmakların ve okuma isteğiyle tutuşan bakışların ısrarla odaklandığı az yazardan biridir Dostoyevski… Romanları defalarca okunmasına rağmen sanki her daim yeniden okunmak için bizi beklemektedir. Pek çok okurun okuma zevkini keşfettiği noktada -et voila- Dostoyevski karşımıza çıkmaktadır. Okur Dostoyevski satırlarında okuma zevkini tattıktan sonra asla aynı kalamaz ve şeyleri eskisi gibi göremez olur. Dostoyevski romanları okurun daha sonraki okuma serüveninde peşine düşeceği derin bir düşünsel boyut ve estetik bir bütünlük arz eder. Öyle ki pek çoğumuzun okuma serüveni ev sahibesinden gizlenerek sokağa çıkan ve saman pazarında kaybolan Raskolnikov'un ya da kendisine çarpan subaya karşı derin bir öfke besleyen yeraltı adamının verdiği zevki başka kitaplarda aramakla geçer. Söz konusu durum Dostoyevski romanlarının Martin Heidegger'in "deneyimsel kitap" olarak kategorilendirdiği eserler sınıfında olmasından kaynaklanır. Bu deneyimsel eserler okuru ve yazarı okuma-yazma sürecinde dönüştüren bir niteliğe sahiptir.

 

Bir Dostoyevski romanına rastladığımız anda özne-nesne ilişkisi ters yüz olur ve okur olarak kendi benliğimizin nesneleştiğini, romanı okuyacak olmaktan öte, adeta "romanın bizi okuyacağını" hissederiz. Bu yönüyle Dostoyevski, günümüzde geçerliliği tartışılamaz olan Roland Barthes'ın "Yazarın Ölümü" konseptine direnen az yazardan biridir, hatta belki de tek yazardır. Ancak yine de okuru nesneleştiren Dostoyevski "Tanrı Yazar" konumuyla bizi rahatsız etmez. Çünkü Dostoyevski eserlerini satırlara göre dışsal bir yerden, dikte edici bir tavırla Tanrı konumundan yazmaz, o yazarak evrildiği bir yaşam öyküsüne sahiptir. Eserleri bu yönüyle deneyimseldir. Özellikle Rene Girard'ın "Dostoyevski'nin yapıtı yaşamöyküsü aracılığıyla açıklanamaz; ama belki yapıt sayesinde, yaşamöyküsü anlaşılır kılınabilir," ifadesiyle düşünürsek bu deneyimsellik açıklık kazanır.

 

"Kutsal olana ilgi, bayağı olana düşkünlük"

 

Girard'ın yüzyılı aşan bir sürede gittikçe genişleyen, Dostoyevski hakkındaki literatürde özgüllüğüyle dikkat çeken Dostoyevski Yeraltı İnsanı başlıklı incelemesi geçtiğimiz ay Everest Yayınları bünyesinde dilimize kazandırıldı ve raflardaki yerini aldı. Girard incelemesinde Dostoyevski romanlarındaki temel bir izlek olan yeraltı metaforunu merkeze almış ve bu temanın düşünsel boyutunu, Dostoyevski'nin yaşam öyküsünden ve eserlerinden kazıyarak çıkardığı ipuçlarıyla birleştirebilmeyi başarmış. Orhan Pamuk'un ifadesiyle, "en kutsal olana ilgiyle en bayağı olana düşkünlüğün boyutlarının genişliğini" bize gösteren Dostoyevski'nin sanatının izleklerini bir dedektif titizliğiyle yeraltı dehlizlerinde aramaya koyulmuş Girard. İnceleme sonucunda kimilerine göre "nevrozlu bir sanat dehası" (Sigmund Freud) ya da Tanrı'nın ölümünün sonucunda oluşan varoluşsal krizin yazarı (Albert Camus) olarak Dostoyevski'nin ötesinde, bir "insanın ölümü" ve "güç ilişkileri" düşünürü olarak Dostoyevski karşımıza çıkıyor. İçindeki cinleri romanlarında canlandırarak kovan, delilik ve dahilik arasındaki ince çizgide seyreden ömrü boyunca ruh huzurunu yakalayamayan Dostoyevski'nin yeraltı imgesiyle birlikte düşünebileceğimiz yaşamı, uçlardan ziyade aşırılıklarla geçmişti. Dostoyevski ya uçlarda telef olacak ya da aşırılıklarla göğe yükselecektir, yani karakteri İvan Karamazov için yazdığı gibi, Dostoyevski "Ya gerçekliğin ışıkları altında yeni bir hayata kavuşacak, ya da nefret içinde mahvolacaktır."

 

Dostoyevski'nin hem günahkar hem de bir ahlakçı olarak kimliği, yani insan olmaya dair tüm çelişkileri bünyesinde taşıyan varoluşu ya tam delilikle ya da dahilikle sonuçlanacak bir varoluştur. Dostoyevski önce deliliği ardından ise dehayı deneyimleyecektir. Yeraltından Notlar'ı yazana dek Fransız ve Alman çağdaşlarından geride olan Dostoyevski kısa zamanda onların ötesine geçecektir. Dostoyevski'nin erken dönem eserlerinde yeraltının temalarından biri olan aşağılık duygusuna sıkça rastlanır ve Öteki haricinde Ezilenler'in de dahil olduğu eserlerinde romantik idealist bir ortam söz konusudur. Öteki yazarın acemilik dönemindeki bir denemesi olarak kalır ve Bielinski başta olmak üzere eleştirmenler tarafından ilgi görmez. İnsancıklar'ın ardından Neksarov tarafından "Yeni bir Gogol doğuyor," şeklinde karşılanan, Bielinski'nin övgülerine mazhar olan Dostoyevski, Öteki'yle birlikte psikolojik bir çöküş dönemine girer. Ancak bu durum eserlerinde cinsel bir aşağılık duygusu olarak göze çarpar. Ezilenler gibi romantik denebilecek eserlerinde karakterlerinin sevdiği kadının öteki aşığına yardım eden tavırlarında sözde yücegönüllük altından psiko-patolojik bir mazoşizm belirginleşir. Mazoşizm ve sadizm Girard'ın ifade ettiği gibi yeraltı mistisizminin dinsel eylemlerini oluşturur. Yeraltından Notlar ile birlikte söz konusu aşağılık duygusu cinsel olmaktan öte varoluşsal bir aşağılık duygusuna dönüşür. Tanrı'nın öldüğü bu yeni dünyada insan ellerindeki kanı gururla temizlemekte ve yeraltı dehlizlerinde hayatını idame ettirebilecek yegane yüce değeri aramaktadır. Ancak karakter düşsel gerçekliğinde ne kadar yücelirse gerçek yaşamında o kadar alçalır ve bundan sinsi bir zevk duyar. Dostoyevski tek bir karakterle toplum-birey dikotomisinin zayıflığını göstermektedir. Toplumsal gerçeklikle bireysel psikoloji arasındaki sadizm ve mazoşizme dayanan gizli suç ortaklığının var olduğu giderek daha çok hissedilir. Her bir yeraltı insanı diğerlerine benzedikçe, biricik olduğuna yönelik bir yanılsama yaşar ve modern bir paranoya içinde Girard'ın ifadesiyle "Ben tek başımayım, onlarsa birlik," diye haykırır.

 

Derin bir aydınlanma eleştirisi

 

 

Yeraltı teması Dostoyevski'nin dört büyük metafizik eserinde (Suç ve Ceza, Budala, Cinler, Karamazov Kardeşler) düzey değiştirir ve büyüsü bozulmuş modern dünyada artık geçerli olan temel itkinin güç ilişkileri olduğu hissedilir. Raskolnikov, Tanrıyı öldürmesine rağmen onun tahtına geçemeyen, krizdeki varoluşu simgeler. Ancak Budala ve Cinler'de ilişkinin yapısı derinleşir. Prens Mişkin ve Stavrogin'in birer karşı-tez olarak karşımıza çıkar. İlişkinin yönü değişmiş ancak yapısı aynı kalmıştır. "Haç Taşıyan" anlamına gelen ismiyle Stavrogin Raskolnikov'un aksine Tanrısallığa ulaşmış görünür. Yeraltı temasının sadizmi Stavrogin'le ele alınır. Arzularını kontrol altına alarak tanrısallaşan Stavrogin'e öykünme hali yeraltının psikolojisidir. Cinler'de Stavrogin İsa'nın yerine geçmiştir. Aydınlanmayla aşıldığı sanılan Hıristiyan kurtuluşçuluğunun Tanrı'nın öldüğünü ilan eden modern öznedeki dışavurumu yeraltında gerçekleşir. Dostoyevski'nin bu noktada erken dönemde derin bir aydınlanma eleştirisi ortaya koyduğu son derece aşikardır. Kendine tapmak için Tanrıya başkaldıran insan her zaman Stavrogin'e, yeni bir efendiye tapınmaya başlar. Nietzsche'nin muhtemelen bir dekadan olarak gördüğü Dostoyevski'de keşfettiği derinlik, köle-efendi diyalektiğinin ve modern nihilizmin somut deneyidir. Karamazov Kardeşler'de ise Dekabrist hareketten Panislavist gericiliğe doğru politik bir dönüşüm yaşayan Dostoyevski'nin Batıcılık konusunu ve varoluşsal krizi "baba cinayeti" teması üzerinden ele alışı söz konusudur. Kendi babasının ölümünden gizli bir sevinç duyduğunu hisseden Dostoyevski'nin kendi psiko-patolojisine ve düşünsel krizlerine yönelik sorunları Karamazov Kardeşler'de çözüme kavuşur.

 

Dostoyevski sanatçılığının derinliği ve modernitenin krizlerine dönük peygamberane esrimeleri hakkında daha çok şey yazılabilir ancak kapanışı Henry Miller'a bırakalım: "Dostoyevski okumaya başladığım o ilk gece hayatımın en önemli olaylarından biridir, ilk aşkımdan bile daha önemli. O ilk büyük yudumdan sonra başımı kaldırdığım anda saatin gerçekten durup durmadığını bilmiyorum şimdi. Fakat dünya bir an için durdu, bunu biliyorum."

 

 


 

 

* Görseller: Nataliya Gurshman, Mstislav Dobuzhinsky

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder


"Ben tek başımayım, onlarsa birlik," ifadesi Dostoyevski'nin

46%
54%

Müthiş bir yazı olmuş ki Dostoyevski'yi tanımak için Andre Gide'den okumuştum. Bu kitabı da çok merak ettim. Teşekkür ederim

55%
45%

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.