Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Yetmiş yıldır eskimeyen



Toplam oy: 1347
Sabahattin Ali
Yapı Kredi Yayınları

Bu ay yayımlanan bir kitap zamanın nasıl da hızlı aktığını hatırlattı bana. Sabahattin Ali'nin Kürk Mantolu Madonna'sından söz ediyorum. Okuduğum en güzel ve en hüzünlü aşk hikayesinden...  Kürk Mantolu Madonna'ya aşk hikayesi demek, günümüzün "sabun köpüğü" çoksatarları çağrıştırmasın. Derinlikli bir romandır Sabahattin Ali'ninkisi. Buna rağmen; II. Dünya Savaşı gibi edebiyatımızda boş bırakılmış bir dönemi, savaşın dehşetini, taşrayı, taşra yalnızlığını, yabancılaşmayı, kısacası pek çok önemli meseleyi -hem de hakkını vererek- ele almasına rağmen, Kürk Mantolu Madonna bir yandan da edebiyatımızın en güzel aşk romanlarının başında gelir.

 

 

Kaç yıl önce okumuştum Madonna'yı bilemiyorum. Bildiğim, birden fazla okuduğum, her seferinde aynı, hatta daha yoğun bir edebiyat hazzı aldığım, aynı hüzünü duyumsadığımdır. Sadece roman kahramanı Raif için değil, Sabahattin Ali için de hüzünlenirim.

 

 

 

 

 

 

 

 

Şair, hikayeci, romancı

 


Hesabı hâlâ sorulmamış, dosyası hâlâ kapanmamış fail-i meçhul cinayetlerden birine kurban giden Sabahattin Ali, büyük bir yazar olmasının yanı sıra baskılara boyun eğmeyen bir aydın figürü olarak da önemlidir.

 

 

Sabahattin Ali modern Türkiye öykücülüğünün kurucu isimlerindendi. Ancak ismini geniş çevrelere duyuran ve günümüze taşıyan Kuyucaklı Yusuf romanıdır. Hikaye ve romanlarının yanı sıra şiirleri de var Sabahattin Ali'nin. 70'li yıllarda devrimci gençliğin dilinden düşmeyen, 80'lerde  Sezen Aksu tarafından seslendirilerek ünlenen "Dağlar" şiiri, "Benim meskenim dağlardır" mısraları ile yerleşmişti kültür dünyamıza.

 

 

 

12 Şubat 1906'da Gümülcine’nin Eğridere köyü'nde doğdu. Babası, Prens Sabahattin ve Tevfik Fikret'in ya­kın dostu yüzbaşı Ali Selâhattin Bey'dir. Yazar, adını Prens Sabahattin’den almıştır. Babasının görev yerleri nedeni ile, ilk öğrenimini İstanbul, Çanakkale, İzmir, Edremit gibi yerlerde yaptı. Orta öğrenimine Balıkesir Muallim Mek­tebi'nde başladı, İstanbul Muallim Mektebi'nde bitirdi (1926). Bir yıl kadar Yozgat Ortaokulu'nda çalıştıktan son­ra (1927), Maarif Vekâleti hesabına iki yıl için Almanya'ya gönderildi (1928-30). Dö­nüşte önce Aydın, sonra Konya ortaokullarında çalıştı. Konya'da Almanca öğretmenliği yaparken, bir toplantıda okuduğu, devrin yöneticilerin eleştiren şiirinin ihbâr edilmesi üzerine, bir yıl hapse mahkum edildi.

 

 

 

Hikaye ve romanları hapislik döneminde ardından art arda yayımlandı; Değirmen (1935),  Kağnı (1936) ve  Ses (1937) adlı hikaye kitaplarını  en tanınmış eseri olan Kuyucaklı Yusuf (1937) romanı izledi. Sonra yeniden öğretmenliğe başladı ve kitaplarına ara verdi. Önce Ankara Ortaokulu'nda, sonra Devlet Konservatuvarı'nda öğretmenlik yaptı (1938). Ancak o yıllarda Türkiye’de, milliyetçi, tutucu bir hava başlamıştı. Solcu olarak damgalanan yazar aleyhine düzenlenen karalama kampanyası etkisini gösterdi ve Bakanlık emrine alındı. Zor günler başlamıştı Ali için.

 

 

 

Istanbul'a gelerek yayın işine girdi. Marko Paşa adındaki mizah dergisinde yayınladığı bir yazıdan dolaya yine mahkum edilince yayıncılığı bırakıp nakliyecilik işine başladı. Içimizdeki Şeytan (1940) ve Kürk Mantolu Madonnna (1943) bu dönemde yayımlandı.

 

 

 

Sabahattin Ali artık ülkesinde yaşama ve yazma şansı kalmadığını düşünüyordu. Arkadaşı Nazım Hikmet gibi, yurtdışına çıkarak yazarlığını sürdürmek istedi. 1948 yılında 2 Nisan'da Bulgaristan'a kaçmak isterken rehberi tarafından, Kırklareli'nde, sınıra yakın bir yerde öldürüldü. Öldürülme nedeni esrarını hâlâ muhafaza ediyor.

 

 

 

 

 


Sessiz bir adam

 

 


Kürk Mantolu Madonna'da silik bir taşra memurunun hayatına odaklanır Sabahattin Ali. Ne var ki Raif Bey'in o silik ve renksiz hayatının ardından büyük insani dramlar saklıdır. 

 

 



Raif Bey yıllar önce eğitimi için, I. Dünya Savaşı sonrasının Berlin’ine gitmiş, ilk başlarda bu yabancı kültürle kaynaşamamıştır. Sessiz, içine kapanık bir Türk genci olan Raif'i, gömüldüğü kitaplar ve düşler dünyasından, kendisi gibi duygusal bir Yahudi kızıyla yaşadığı tutkulu aşk çıkaracaktır. Biri Batı'dan öteki Doğu'dan gelen, iki yaşam kaçağı, iki düş insanının karşılaşmasıdır bu.

 

 

 

Öykü bildiktir, birlikteliklerinin karşısındaki engel bildiktir; Raif'in meml­eketteki babası ölmüş, geriye borçlar ve mirasçılar kalmıştır. İşlerin başına geçmesi gereken Raif, Berlin’de bıraktığı sevgilisini de yanına aldırma umudu ile yurda döner, ancak kader ağlarını örmüştür bir kez; işler uzar, Almanya’daki savaş ortamı nedeni ile iletişim kesilir, bir türlü maddi yaşama ayak uyduramayan düş adamı Raif, yakınları tarafından dolandırılır. Mutl­u ve tasasız çocukluk ve gençlik yaşamı, babasının ölümü ile kabusa dönmüştür. Kuyucaklı Yusuf'taki felaketin de yine "babanın kaybı" teması ile başladığı düşünülürse; yapıt ile yazar arasında bağlar arayan bir okur, Sabahattin Ali’nin yaşamındaki baba motifininin ağırlığını söyleyebilir. Felaketler, bu kavgacı, hırçın yaşama ayak uyduramayan, direnemeyen Raif’i iyice savunmasız bırakır. Geleneksel yaşama katılır; evlenir, evi ve işi arasında bir esir hayatı yaşar. Kendini savunmak için tek bir yolu kalmıştır artık, kabuğuna çekilmek, yaşamın acılarını tevekkülle karşılamak, susmak. O gerçekliği tersine döndürmüştür; beyninde, ruhunda yaşadıklarını gerçek, maddi yaşamı gerçekdışı olarak kabul eder ve bundan sonra dış dünya ona acı veremez....

 

 

Sabahattin Ali'nin iki kişinin yaşamı etrafında örülen bu esere -hacim olarak geniş tutuldugu halde- "roman" demeyişi, onun romandan “ağır tempolu, kalabalık, ya­şamda ileri-geri açılarak günümüze doğru gelen, bü­yük bir yapı"yı anladığını gösteriyor. Kitabın kahramanı Râif de, Sabahattin Ali'nin birçok küçük öykü ve romanında çevre olarak seçtiği Edremit'tendir. Ama bu öykü içerisinde, bu bölgenin, Raif’in yapmak zorunda olduğu sabunculuk mesleği dışında, olaylara da, kişilere de fazla bir etkisi yok. Yer seçiminin, yazarın çocukluğunun geçtiği bu çevreleri anmaya, anlatmaya olan eğiliminden kaynaklandığı söylenebilir.

 

 

 

Raif tipi Kuyucaklı Yusuf'un modern zamanlardaki halidir sanki. Aslında üç romanın kahramanı da birbirine benzer. Kuyucaklı Yusuf"un Yusuf'u, İçimizdeki Şeytan'ın Ömer'i ve Kürk Mantolu Madonna'nın Raif'i. Hep aynı kişi; yazarın çocukluk, gençlik, öğrenim yıllannın, velhasıl hayat macerasının, ülkülerinin, düşlerinin karma kişisi...

 

 

 

Tahir Alangu'ya göre; Kürk Mantolu Madonna'da azgın iştahını perdeleyebilen, iradesizliğini ve güçsüzlüğünü inzivada gizleyen bir kişi vardı. Kuyucaklı Yusuf'da ise zaman zaman şahlanan bir aylak anlatılıyordu. Bunların ikisi de yaşam acemisiydi, çalışma kaçağıydı ve iradesi zayıf kişilerdi. Güçleri kendilerini kontrole yetmez, ancak sıkıştıkları zaman harekete geçerler. Gösterişli nümayişler yaparlar. Iradenin gündelik yaşayışa verdiği ölçülü düzeni tanımazlar.

 

Yani, aydınlar çevresinde sık sık görülen aşırı duygulu, muvazenesiz bir okuma ile yetişmiş, pasif, hülyalı genç tipini, ayrı ayrı yönlerden ele alıyor Sabahattin Ali. Yusuf, bunun taşralı yönü, Raif içe kapanık örneği, Ömer ise aydın-farfara yönüdür. Dikkate değer olan tarafı, Sabahattin Ali'nin bağlı bulunduğunu sandığımız edebi anlayışa sadık kalarak bu tipleri tenkitçi bir açıdan değil, aşikar bir hayranlık açısından vermesidir.

 

 

 

 

 

 

 

Edebiyatımızın en başarılı psikolojik anlatılarından birisidir Kürk Mantolu Madonna. Yenilmiş, silik, içine kapanmış bir insan kişiliği üzerine yapılmış çözümlemeler, o kişiliğin ardındaki çok zengin bir duygu ve düşünce dünyasının tasviri, kullandığı dilin sadeliği ve güzelliği, Kürk Mantolu Madonna'yı bugün de okunur, güncel kılan özellikler. Yazarın nitelemesi ile, bu “uzun hikaye” bizlerde zaman duygusu hissettirmekte de olağanüstü başarılı. Hızlı bir tempo ile giden ilk bölüm, Raif’in gençliğini ve duygularını aynen yansıtır. Önce yabancı bir ülkeye gelmenin çekingenliği ile geçen ağır tempo, onun aşkı bulması ile hızlanıverir. İkinci bölüm ise, kendini bu taşra kasabasına mahkum etmiş bir insanın yaşamına, taşradaki zaman akışına uygun olarak durağanlaşır; beklenecek bir şey yoktur, değişecek bir hayat yoktur; beklenen son ölümdür. Ve yazar, bu dingin yaşam ile sözdizimi arasındaki uyumu yakalar. Ancak böylelikledir ki, okuyucu o canlı, umut dolu gençliğin yerini tükenmiş, nihilist bir yaşamın almasının trajedisi ile duygudaşlık edebilir.

 

 

 

Öykü, klasik Yunan trajedilerinin temel bir özelliğini taşıyor. Önce bir hazırlık dönemi, ardından gelen mutluluk ve onu takip eden yıkım. Tüm bu süreç, yani mutluluğun ardından gelecek felaket -yine trajedilerin yapısına uygun olarak- öykünün çatılışı nedeni ile önceden haber verilmiştir. Zaten felaketin kaçınılmazlığının bilgisidir trajedinin etkisini arttıran. Kürk Mantolu Madonna, asıl etkisini “Son” yazısı ile birlikte gösteriyor. Ağzımızda kalan buruk bir tattır. Keşke dersiniz; keşke öyle olmasaydı, keşke savaş çıkmasaydı, keşke kızını gördüğünde donup kalmasaydı, keşke... Keşkeler sürüp gidecektir, ama hiçbir motif, Holywood veya Yeşilçam melodramlarındaki rastlantısallıklarla benzer değildir. Evet, rastlantılar bu yaşam trajedisini belirlemiştir, ancak, bu rastlantılar bütünüyle toplumsal, siyasal, ekonomik nedenlerin üzerinde yükselir. Aslında onlar zorunluluklardır.

 

 

 

Sabahattin Ali, sol düşüncelere sahip, muhalif bir insandı ve kuşkusuz bütün yazdıkları bu duruşun etrafında oluşmuştur. Ancak hiç kimse Sabahattin Ali’de çıplak bir ideolojik manüpülasyon, didaktik bir tonlama gösteremez. Her şey konunun ve ayrıntıların içinde kodlanmıştır. Karşı olduğu şeyi apaçık işaret etmez, okuyucunun gözüne sokmaz. Kürk Mantolu Madonna bir yandan topluma ve geleneksel aile yapısına, öte yandan savaşın akıl dışılığına açık bir tavırdır aslında. Okur, bu hüzünlü aşka engel olan savaşa da, parlak genç öğrencinin Anadolu’nun bir kasabasına gömülmesine, yaşamdan el etek çekmesine de öfkelenmeden edemez. Oysa ki, Sabahattin Ali yalnızca -üstelik bütün öykülerine göre daha dingin bir üslupta- bir yaşam anlatısı yapmaktadır. Ne büyük laflar eder, ne yaşananları abartır. Tam tersi, o yumuşak, pastoral üslubun kendisidir isyanımızı, hüznümüzü yaratan.

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.