Yirminci yüzyılın son çeyreğinden beridir genç olmak ve biteviye eğitim arasında bariz bir ilişki var. Anne babaları gibi olmaktan korkan, yetişkinlik gözlerinde büyüyen, hayata atılmak heyecanını içlerinde bulamayan, girişimcilik, köşeyi dönmek gibi 80 sonrası liberal mottolarını ayrıca itici bulan o kadar çok genç var ki. Şehirli, az buçuk orta, üst orta sınıf (para kazanma kaygısını aileleri sayesinde bir nebze erteleyebilen) gençler yıllarca üniversitede “takılıyor”. Bu süre zarfında Erasmus, şu-bu derken birkaç yılını yurt dışında geçiriyor. Yüksek lisans, doktora, postdoc yapıyor. Bunlardan biri ya da birkaçı sırasında Avrupa, ABD görüyor. Bazen durduk yere ikinci üniversite okumaya hevesleniyor. “Doktorasını da yaptım yapmasına ama mimarlık hiç bana göre değilmiş arkadaş, kesin psikoloji okumam lazım benim!” Velhasıl insanı 50'sinde hâlâ öğrencilik dışında hiçbir meslek icra etmemişlik statüsüne erdirecek önlenemez bir öğrenme aşkı (!) E güzel, okul bitmedikçe genç değil miyiz?
“Genç” kuşak hiç çalışmıyor, ana baba parası yiyor demiyorum. Onlar da ucundan kıyısından bir şeyler kazanmaya çabalıyor. Öğrenci asistanlıkları, okul araştırma bütçelerinden destekler, TÜBİTAK, TÜBA, AB bursu vs. derken cebe bir şeyler giriyor. En yaygın kayıt dışı kalifiye eleman sömürüsü olan çeviri işleri de gençler için birebir. Dolayısıyla, bir şirketin bordrolu SSK'lı elemanı olmak istemeyen, yemekli servisli işlerden bucak bucak kaçan uzatmalı gençler bir şekilde idare ediyor. Ama nereden baksanız oturmamışlık üzerine bir hayat biçimi. Babaevinden tam kopamamak. Biraz ergen gibi, yarı bağımlı yaşamak. Asgarisi ödenen şişkin kredi kartı borçları. Arkadaşlarla, sevgililerle derme çatma evlere çıkmak. Birkaç yılda bir şehir değiştirmek. Oradan oraya gidip gelen bavullar, koliler, kar botu, çadır, gitar, ıvır zıvırlar. Bilinmedik yerlerde arkadaş edin(eme)me maceraları, çok büyükmüş hissi veren ama hiç tamamına eremeyen aşk hikayeleri. Memleketi özlemek, özler gibi yapmak, yine de dönmeye ayak diremek ya da döner dönmez pişman olmak. Koskoca İstiklal'de onca insan çantanıza dirsek, elinizdeki torbaya tekme, ya da bodoslama size omuz atınca İstanbul'un özlemediğiniz bi dolu tarafı olduğunu üzülerek fark etmek.
“Oturmamış hayat” derken kast ettiğim, kalıcı bir kararsızlık ve belirsizlik durumu. Kimisi çoktan kırklarına gelmiş biz “gençler”, yazarın da dediği gibi birkaç sene sonra nerede, hangi sıfatla, nasıl yaşayacağımızın bir muamma olduğunun pekala farkındayız. Murat Uğurlu'nun hikayeleri hepimizin tanıdığı, deneyimlediği bu yaşam formunu anlatıyor. Zamanında kardeşim bir kısa film çekmişti. İnsanın içine bir kere düştü mü hiç çıkmayan “bir şehri terk etme” kıpırtısıyla ilgili bir film. Kendini yollara vurmayı seven ama bir müddet sonra eve, şehre, hayatlarına geri dönen gezginlere dair. Çünkü hep yolda olmak, hiçbir yere dönmeksizin yolu hayat saymak kolay değil. Kundera'nın kült karakteri Sabina gibi tüm fikirlere, insanlara, şehirlere, aşklara ihanet etmek, günü gelince gelince hepsini terk etmek zor...
Bordrosuz kuşak
Bu bordrosuz kalmayı seçen kuşak günümüz bohem hayatının bel kemiği - şimdi kulağa 60'lar Paris'i kadar cool gelmediğine bakmayın, bir on yıl bekleyin hele... Bir kere, gençliklerine veda etmeyi reddedenler bu insanlar aynı zamanda sıkı sanat takipçileri, çoğu zaman bizzat pratisyenleri oluyor. Bilumum film, caz, dans festivallerini, bienali, konserleri kaçırmayan, etkinliklere bedava girebilmek için üç paraya İKSV'de gönüllü (ve de canıgönülden) çalışan az mı arkadaşınız oldu? Bir adım ötesi, annelerinin “Doğru düzgün bir işi bile yok,” diye hayıflandığı gençler epey güzel fotoğraf çekiyor, dans ediyor, öykü yazıyor, film çekiyor, şarkı söylüyor. Gibi. Çoğunu tanımıyoruz. Neyse ki Uğurlu gibi bazı yetenekli arkadaşlar ve medeni cesaret sahibi eserleri gün yüzüne çıkıyor. İyi edebiyatçı gençlerle tanışmamızda emeği büyük İletişim'e de bu vesileyle selam, sevgi...
Her okurun bazı batıl inançları vardır. Kimileri için güzel isimli kitaplar güzeldir. Kimileri, kalın kitapların kapağını kaldırmaz, yazarın yüzüncü sayfadan sonra saçmalayacağını iddia eder. Okurlar böyledir, illa bir kulp takarlar, her şeyi okumak ne mümkün. Kimileri de bir kitapla ilgili kanaat belirtmeden önce muhakkak giriş cümlesini okurlar. Bir cümleyle kitap olmaz demeyin, herkes ilk görüşte aşk hayalleri kurar, bir çiçekle bahar gelsin ister. Hatta bazen gelir. Murat Uğurlu'nun ilk kitabı Buralar Bıraktığın Gibi ilk inancın müritlerini baştan ayağa huşuya kesecek cinsten. Nefis isim!
Yeni yorum gönder