Gülse Birsel’in yazın başında yayımlanan kitabı “Yazlık”ın arka kapağını okuduğumuzda bize sunulan manzara insanın iştahını kabartıyor. “Sakin, gevşek, neşeli” sözleriyle tarif edilen bu kitabı, bir kumsalda, şezlonga uzanmış, karpuz yerken okuduğumuzu hayal ediyoruz. Kitap, Gülse Birsel’in gazete yazılarından derlenmiş, yeni bölümlerle zenginleştirilmiş, derli toplu bir hale getirilmiş. “Şehrin Cilvelerinden Uzaklaşın”, “Güzelliği Şıklığı Boş Verin, Kendinizi Salın” gibi tavsiyeler veren altbaşlıklarla bölümlere ayrılmış. Bütünüyle amaç: güldürmek, eğlendirmek, zor ve gergin bir yıl geçirmiş olan zavallı insanlarımızı gündelik hayatın stresinden uzaklaştırmak.
Gülse Birsel’in yaşadığımız coğrafyada ana akım komedi üreten önemli bir isim olduğu bir gerçek. Komedi yazabilen kadın sayısının yok denecek kadar azlığı da düşünüldüğünde kitlelerin alkışını toplayabilmiş bir senarist kendisi.
Gel gelelim, televizyon için komedi dizisi yazmakla gazete yazıları yazmak arasında bir fark var. Kağıda dökülmüş “eğlencelik” yazı, hele bir de bu kitapta olduğu gibi peşpeşe yayımlandığında, çok fazla falso veriyor okura; toplumun neyin komik bulduğu ve alkışladığıyla ilgili de bir dolu tüyo.
Zurnanın zırt dediği yere yaklaşıyoruz.
Yapımcısı ve senaristi olduğu ünlü televizyon dizisi Avrupa Yakası’nın tamamında Gülse Birsel’in oynadığı snob, elegan, zarif karakterin bu yazılarda da başrolde olduğunu görüyoruz. Kitabın başındaki yazar biyografisinde yazarın Columbia Üniversitesi Sinema Bölümü’nde yüksek lisans yapmış olduğunu öğreniyoruz. Kitabın ilerleyen bölümlerinde de bu bilgi yer yer tekrar ediliyor. Yazar, okura şunu söylüyor bir kere: “Ben eğitimliyim, bu bir”. Bu eğitimli şahsiyetin beğenmediği, uygun görmediği şeyler var. Örneğin “Hacı Osman” metro istasyonunda müzik yapan gençlerin Radiohead çalmaları. Sonradan bir gazete röportajında aslında böyle durumlara bayıldığını, buna benzer durumların yaşandığı ülkemizin, mizah için altın madeni olduğunu söylüyor yazar. Ancak bu durum neden komik? Onu anlamakta güçlük çekiyoruz. Ne olursa olsun, komedinin en temel öğesi olan keskin gözlem gücünü yansıttığı kesin.
Bu eğitimli, sentez düşkünü karakter, giyim mağazalarında satış görevlilerinin dominant bir tavırda olmalarından dem vuruyor. Bir satış elemanı yazarın beğendiği giysinin onun tarzı olmadığına karar verip, zorla bir etek bluz giydiriyor kendisine. Sonra da ‘bu kıyafetin altına düz bir babet giyip arkadaşlarıyla haftasonunda brunch’a filan gidebileceğini’ anlatıyor. Ancak brunch yapmayan, babet giymeyen Birsel, satış elemanına bir türlü derdini anlatamıyor. Önemli bir ayrıntı daha: satış görevlileri, yazar kabinde soyunukken pat diye perdeyi açıyor, rahatsız edici tavırlar sergiliyorlar. Sonuçta soyunuk durumda olan yazar, giyinik durumdaki görevliye karşı bir sıfır yenik durumda. Daha da kötü hissediyor kendini.
Eğitimli, sentez düşkünü, alışveriş mağduru, blöfçü hınzır...
Gülse Hanım’ın “temizlikçisi” Emine Hanım da evde çok dominant. O evde temizlik yaparken yüksek lisanslı yazarımızın evde “prezans göstermesine” imkan ihtimal yok. Emine Hanım çalışırken yazar kendini evde fazlalıkmış gibi hissediyor. Derhal bir ev robotu getiriyor eve. Sensörlü temizlik robotunu gören Emine Hanım afallıyor, varlığını sorguluyor, ortaya yine komik bir sahne çıkıyor böylece.
Bu eğitimli, sentez düşkünü, alışveriş mağduru, blöfçü hınzır karakter Nişantaşı’nın medeniyetini, çelebiliğini övüyor bizlere. Türkiye’de demokrasi, “Nişantaşı tarzı demokrasi” olmalı ona göre, “Tophane tarzı” lambur lumbur bir demokrasi değil.
Bir röportajda şöyle özetliyor duruşunu: “Nişantaşı’nda mahalleye bufalo sürüsü girse, insanlar semtin genel havası yüzünden gülümseyerek bakıp, en fazla belediyeye telefon açar.” Mahalle baskısı dediğimiz şey de deprem olduğu anda ortaya çıkıyor Nişantaşı’nda. “Yatak giysilerinde bir devrim!” başlıklı bölümde, Birsel, deprem olduğu anda dışarı fırlarsa, üzerinde düzgün bir pijama takımı değil de “emekli tişörtü” olma ihtimalini düşünüp kaygılanıyor. Bir başka bölümde Birsel yine ayrıntılarda yorgun. Ona göre uçaklarda verilen yemek çok karmaşık, yapboz gibi. O yapbozun içinden çıkamayıp hostese dağınık tepsi verdiğimizde hostes kesin surat asıyor. Ama her şeyden çok onu rahatsız eden şey, kışın Nişantaşı kızlarının ayağından çıkmayan UGG botlar. Ugg botlar sosyal bir sınıfın emaresi olması dolayısıyla değil, “bacakları olduğundan kısa gösterdiği” ve “popoda bir yere yakınlığa neden olduğu” için çirkin.
Yazarın uygunsuz bulduğu durumlar dışında, dünya meseleleriyle, siyasetle ve insani durumlarla ilgili fikirlerini paylaştığı yazılar da var kitapta. Ancak burada da şöyle bir durumla karşı karşıyayız: Zaten bildiğimiz ve zaten doğruluğunu kabul ettiğimiz birtakım görüşlerin yeniden ve yeniden karşımıza çıkarıldığını görüyoruz. Sevimli hayvanları korumaya çalışıp sevimsiz hayvanları mideye indirmekle ilgili bir farkındalık geliştirmek, kahraman bakkalın süpermarket karşısındaki zavallılığıyla mücadele edip yerel işletmelerden vazgeçmemek, nükleer santrallere, silah ticaretine karşı durmak, daha az alışveriş yapmak lazım, evet.
Her şey bir yana, “Gülse Birsel kendi yarattığı ve oynadığı karakterin bir parodisi işte! Komedi de buradan çıkıyor” diyebilirsiniz. Ama röportajlarında “Depresyona çok aşina değilim. Benim depresyonlar bir iki gün sürüyor, sonra kendi sıkıntımdan sıkılıyorum” diyerek bize depresyona yüz vermememizi öğütlerken, öğütlerle dolu bir komik kitap yazarken, didaktik bir misyon üstlenmiş gibi de durmuyor mu sizce?
Ayrıca yazarın kendi kimliğiyle bütünleşen “komik kadın” salt parodi olsa bile, bu karakter hem televizyonda, hem gazetede, hem de şimdi bir kitapta habire tekrar edilmekten yorgun düşmüş, üzerine fazlaca yük bindirilmiş olabilir mi acaba?
Yeni yorum gönder