Jorge Luis Borges, baba tarafından kalıtsal körlüğün zamanla gözlerine yerleşeceğini hep bildi. Körlükte bir arınma buldu. Etrafındaki görsel uyaranlar ortadan kalktı. Etraf bile ortadan kalktı. Geriye sadece zaman kaldı. Dış dünya ile düş dünya arasındaki sınır geçirgen hale geldi. Kaypak bir imge, körlükte sonsuzlaşır, o kadar büyür ki, öyle muğlak şekiller alır ki, bilinmeyen bir kainata dönüşür. İşte bu bilinmeyene olan takıntılı merak, kendini “inançsız” olarak tanımlayan Borges’e tinsel, söylensel, mistik, ezoterik, gnostik bir gerçeklik kazandırdı. Aynı zamanda politik tavrını destekleyen bir metafor oldu. Düşünceleriyle değil, içgüdüleriyle yazıyordu.
Borgesyen, bir edebiyat terimi. Borges’in kurmaca tekniğinden, öykülerinin labirentvari yapısından, mesellerindeki paradokstan, ayna imgesinden, hipermetinlerde benliğin ve dilin parçalanmasından ilham almış edebiyat için, yazarlara iltifat olsun diye kullanıyoruz. (Ya da edebiyat eleştirmenleri, bir öyküye Borgesyen teşhisi koymakla aferini kendilerine istiyor.)
(Görsel çalışma: Griefillo August)
İlk öykü kitabı Keyfekader Kahvesi ile 2011 Ömer Seyfettin Hikaye Ödülü’nü kazanan Aykut Ertuğrul, hem kendi tanımıyla, hem eleştirmen teşhisiyle Borgesyen bir yazar. Keyfekader Kahvesi’ndeki gelenekten beslenen öykülerde fantastik, büyülü gerçekçi ve postmodern edebiyatın bütün tekniklerine hakim yazarın, öğrendiği teknikleri içselleştirdiği bir üslubu var. Bu teknikleri bilen okurla bambaşka bir ilişki kuracağı, karşılıklı üst kurmaca ve metinlerarasılık oyunlarından zevk alacakları kesin. Bilmeyenler, öykücülüğümüzde tema kadar biçeme de kafa yoran bir yazarla karşılaşacaklar. Öyküyü öyküsü için okuyanları –ki hep imrenirim kurmacaya kendini bırakabilenlere– sarıp sarmalayan rüyalar bekliyor.
Borges’in ne kadar dipsiz bir ilham kaynağı olduğunu, Aykut Ertuğrul’un ikinci öykü kitabı Mümkün Öykülerin En İyisi’nde de görüyoruz. Ancak yazar, çalışkan bir Borges öğrenciliğinden biraz uzaklaşıp kendi sesini de arıyor. Böyle bir arayış içinde olacağını bir söyleşide söylemiş zaten: “Birkaç yıl öncesine kadar Müslüman bir yazar olmak, modernist olmak ya da olmamak –her ne kadar kendimi bir Müslüman olarak tanımlasam ve eserlerimin Müslüman bir zihinden çıktığına dair bir şüphe taşımasam da– bir hassasiyet olarak gündemimde yoktu. Yani hâlâ idrak etmeye, kavramaya, kendi konumumu belirlemeye çalışıyorum, bu yüzden söylediklerimle yaptıklarım, yaptıklarımla söylediklerim her zaman birbirini tutmuyor.” Bu arayış, kitabı üç farklı öykü grubuna ayırıyor. İlk grup öyküler, Aykut Ertuğrul’un Müslüman yazarlığını “hassasiyet olarak” ortaya koyuyor ve yazarın politik gündemle ilgili tavrını saklamıyor. Ancak güncel politikayla ilgili pek çok öykünün ve romanın düştüğü, konjonktürü olduğu gibi, kurmacanın filtresinden geçirmeden tekrarlama tuzağına düşüyor. “Güneş Yaralarımızı Yakıyor” bölümündeki öyküler ve “Atiye’nin Ölüleri” öyküsü bu özellikleri taşımakta.
Öykülerdeki karakterleri haberlerden tanıyoruz. Ülkenin resmi haber ajansı servis etmiş gibi bir montajla bir aradalar: Bizi kim vurdurttu birbirimize diye ölen mekaplı, eşinin kıyafetleri laikliğe uymayınca zorla emekli edilen asker, Mavi Marmara’da çektirilen fotoğraf, ezan okunduğu esnada oğlunun ölüm haberini alan anne, Şam’ın üzerinde uçan jetler ve uçaksavar sesleri, Muhaliflerden Abdullah ile Halepli Leyla’nın Öncüpınar sınır kapısında karşılaşması, Arakan’daki beş yaşında oğlan çocuğu ile Filistin’deki eli sapanlı çocuğun aynı göğe dua etmesi.
Burada Borges’e danışalım yeniden. Ustamız, Arjantin politikalarıyla ilgili bir makalesinde şöyle bir iddiada bulunmuş: Kuran’ın Arap diyarına inmiş olduğunun kanıtı, onda develerden hiç söz edilmiyor olmasındadır. Çünkü develer Arabistan’ın gerçeğidir ve özellikle vurgulanmaları malumu ilamdır. Develerin yokluğu bilgisini tarihçi Gibbon’dan almış Borges ama bu bilginin yanlış olduğu söyleniyor. Önemli olan, Borges’in Arjantinli entelektüellere söylemek istediği. Ülkeyi anlatırken, ülke politikalarıyla ilgili tavır belirlerken, daha evrensel, daha felsefi bir dil mümkün.
İkinci grup öykülere “geçiş öyküleri” diyelim. “Kahramanın Sonsuz Yolculuğu” ve “Mahir Ressam ya da Babamı Nasıl Öldürdüm?” öyküleri en güzel örnekler. Popüler kültür ile muhafazakar gelenek arasında kalmış karakterler son derece sahici, içgörülere dayanıyor, inandırıcı. Munch’un Çığlık tablosundan kaçıp kendini Jason Statham gibi hisseden adamın 500T otobüsün içinde, “Ayasofya ibadete açılsın,” diye galeyana gelmesi mesela.
Postmodern edebiyat, eleştiri geleneğinde apolitik bulunur. Yazar, muhafazakarlık ile Batılı kültür arasındaki karakterin psikolojisini ve sosyolojik bocalamasını postmodern teknikle anlatarak, bu edebiyat türüne politik bir bağlam katmayı başarmış. Popüler kültür bombardımanı ve kimliği parçalanmış muhafazakar karakterlerdeki kafa karışıklığının kendini bulduğu fantastik evrenin merkezinde toplumsal bir gerçek var. İlk öykülerde eksik bulduğum her şey bu iki öyküde tamamlanmış.
Yine de, Aykut Ertuğrul, Borges’in labirentlerine girdiğinde, üst kurmacanın emniyetinde kendini kontrolde hissediyor en çok. Etkilenmekle tam teslimiyet arası bir yer burası. Son gruptaki “Urdn Medeniyeti Hakkında Birkaç Mühim Belge”, “Yok Kimse Yok”, “Erzurum Üçlemesi”, “Kırmızı Pazartesi”, “Son Anahtar ve Başka İhtimaller” öyküleri en iyi kanıt. Borges’in “Babil Kütüphanesi”ne selam çakan, “öyküyü yazar mı yazar, okur mu yazar” paradoksuyla uğraşan, dipnotlarla alternatif bir hikaye anlatan, okuru hikayenin içine çağıran öyküler, bir oyuna davet aslında. Aykut Ertuğrul’a inanacak olursak, her şeyi başlatan da Borges: “göz çukurlarını aynaya dikmiş (...) ölümünden 24 yıl 11 ay 17 gün sonra bu anın hikâyesini yazacak işgüzar yazara hazırlayacağı çıkışsız labirentin planlarını yapmış.”
Bir yazardan Borges’in eriştiği tinsel kafa berraklığına erişmesini bekleyebilir miyiz? Körleşmesini? Körleşsin ki içgüdüleriyle yazsın diyebilir miyiz? Üstelik yaşadığımız çağ, yüksek çözünürlükler, retina ekranlar sererken daha iyi görebilelim diye.
Yeni yorum gönder