İnsanın doğadan gitgide uzaklaşarak mahkum olduğu modern yaşamı hedef alan, o modern yaşamın mağduru bireyi merkeze koyup onu yiyip bitiren sisteme hunharca saldıran ve nihayetinde kahramanımızı doğayla buluşturan neredeyse bütün hikayeleri seviyoruz. Bize dönüp dolaşıp aynı şeyi söyleseler de -kitap, film ya da tiyatro oyunu- bu eserlerin her zaman bir yenisiyle buluşmaya ve her seferinde başka bir antikahramanın kurtuluşundan ilham almaya hazırız. Çoğunluk kentlerde yaşayan, kent yaşamının çılgınlığıyla çeşitli biçim ve seviyelerde çıldırmış bir okur/izler kitle olmamızın bu tükenmeyen merakla yakından ilgisi elbet var. Öte yandan -hiç kuşkusuz- sistemin tekerine çomak sokup arkana dahi bakmadan her şeyi bırakıp gitmenin cazibesi de asla eskimiyor.
Birkaç yıl önce, bu minvalde duygular yaşatan bir modern zamanlar kahramanıyla daha tanışmıştık. Erlend Loe’nin yarattığı, sevilen bir aile babası ve başarılı bir beyaz yakalı olan Norveçli Andreas Doppler’in her şeyden -ama her şeyden- nasıl vazgeçtiğini anlatan Doppler, radikal bir karar neticesinde sıradan bir hayatın raydan nasıl çıktığını anlatan bir romandı. Bir gün ormanda bir bisiklet kazası geçirip, düştüğü yerde sırtüstü yatarken bir anda ormanın modern kent yaşamına tezat durağanlığını, iç uyumunu, kusursuz dengesini ve sessizliğini keşfeden Doppler, oracıkta neredeyse bir aydınlanma yaşıyordu: “Ağrılarım biraz dinince şahane bir huzur hissettim. Sadece orman vardı. Bin bir türlü duygudan, düşünceden, görev ve plandan oluşan her zamanki karışım yok olmuştu...” Bu duygu peşini bırakmayınca, evde geçirdiği birkaç günün ardından mutfak tezgahına bir not bırakıyor ve eski hayatıyla resmen vedalaşıyordu Doppler: Ailesine ormanda gezintiye çıktığını, orada ne kadar kalacağını bilemediğini, onu yemeğe beklememelerini söylüyor ve bir daha da eve dönmüyordu. Doppler’in ormanda bir geyiğin yoldaşlığıyla renklenen macera dolu günleri böylece başlıyor ve kitabın sonuna kadar da hız kesmiyordu.
Erlend Loe’nin orta sınıf kent yaşamının nasıl ağız tadıyla sabote edilebileceğini epey güçlü bir mizah duygusuyla anlattığı bu ilk roman, Doppler’in dünyanın geri kalanına ulaşmak üzere “dünyanın banliyösü” olarak nitelediği ülkesi Norveç’ten başka diyarlara doğru yola çıkmasıyla sona eriyordu - ki kitabın sonunda yer alan “devam edecek… inşallah” notu, Doppler’in hikayesinin oracıkta sona ermediğini, bir devam kitabının yolda olduğunu muştuluyordu.
Geçtiğimiz ay Türkçede yayımlanan Bildiğimiz Dünyanın Sonu, ormanın derinliklerinde geçen macera dolu ayların ardından Doppler’in eve dönüş hikayesini anlatıyor. İlk kitabın gittiği yönün tersi yönde yol alan hikaye, Doppler’in ilk romanda kaçtığı gerçekliğin kaydını tutuyor, bize en başta onun ormana gitmek üzere sırtını döndüğü şeyi anlatıyor. Doppler, ormandaki mücadeleyi aktarırken; Bildiğimiz Dünyanın Sonu kentteki mücadeleyi anlatıyor: Loe her iki dünyayı kendi koşulları içinde birer “vahşi dünya” olarak resmediyor.
“Ne yapıyorum ben yahu”
İkinci kitap, Doppler’in bir gün, birden bir ailesi olduğunu hatırlamasıyla başlıyor: “İsveç ormanlarındaki uzun, güzel ancak pek de enine boyuna düşünülmemiş konaklamaların sonlarına doğru bir gün, aniden, belli ki mantıksız bir şekilde duruverdi Doppler, tam da Jamtlands civarında donmuş bir dere yatağına kunduz kapanı kurarken. Ne yapıyorum ben yahu, diye sordu kendine.” Bu farkındalıkla eve dönme, ailesine yeniden kavuşma kararı alan Doppler, yoldaşı geyik Bongo’ya -büyük bir zorlukla- veda edip onu boynuzlu hayvanlar barınağına bırakıyor. Ancak, doğada insanlardan ve her türlü insani iletişimden uzakta, tek başına geçen zamanın neticesi kafa karışıklığının yanı sıra müthiş bir özlem duygusuyla ailesine dönen Doppler’i evde bir sürpriz bekliyor: Maviye boyanmış evin önündeki posta kutusunda artık kendi adının değil başka bir adamın adının yazılı olduğunu fark ediyor. Kısa zaman sonra sadece posta kutusundaki adının değil, ailesinin hayatındaki bütün varlığının da silindiğini ve bir eş ve bir baba olarak yerinin başka, yabancı bir adam tarafından doldurulduğunu görüyor. Bahçedeki ağaçlardan birinin dallarına saklanıp şaşkınlık, öfke ve kıskançlık duygularına yenik düşerek yeni bir koca ve babayla gayet doğal akışında bir hayat süren ailesini gözetlemeye başlıyor. Bu inceleme ve araştırma sürecinin sonunda eyleme geçip birtakım işler çevirerek adamın ayağını kaydırmak maharetiyle eş ve baba olarak konumunu geri kazansa da, kısa sürede kendisi dahil herkes onun artık aynı insan olmadığını fark ediyor. Doppler’in modern kent hayatına ve orta sınıf aile düzenine uyum sağlayamaması sebebiyle patlak veren olaylar domino taşı misali birbirinin üzerine devrildikçe, durum sineye çekilemez bir hal alıyor. Günün sonunda Doppler kendisini kapının önünde buluyor. Ailesi tarafından tamamen dışlanan, bütün kapılar yüzüne kapanan Doppler, o andan itibaren bambaşka bir hayata sürükleniyor...
Erlend Loe’nin akıntıya karşı kürek çeken, dışlanan, kaybeden ya da kaybetmeyi seçen, tutunamayan ve hatta dibe vuran erkek karakterleri anlatmak konusundaki becerisini bir kez daha ispatlıyor Bildiğimiz Dünyanın Sonu… Modern insanı ve onun hayatını kuşatan, özgürlüğünü kısıtlayan, ruhunu söndüren sistemin bütün öğelerini -özellikle de kendi toplumu çerçevesinde- anlayan, irdeleyen ve bu zengin malzemeyi işlerken ekseriyetle absürde kayan zeki bir mizah duygusunu elden bırakmayan, bugün hepimizin sımsıkı sarıldığı bir sürü şeyle hunharca dalga geçen bir yazarın kaleminden güncel bir hikaye okumak keyifliydi. Doppler’den azıcık farklı olarak, olay çeşitliliği ve laf kalabalığı içinde metnin yer yer sarktığını, faydasız yere dallanıp budaklanarak ana konudan uzaklaştığını, bu sebeple vuruculuğunu özellikle sonlara doğru yitirdiğini hissetsem de, bütüne baktığımda tavsiye edebileceğim bir modern zamanlar romanı...
Görsel: Dilem Serbest
>>> SabitFikir arşivinden ek okuma: Yirmi beşine basmak ve hayatın anlamı
Yeni yorum gönder