“Basitliği içinde her şeyi içeren bu gece, bu boş hiçliktir insan – hiçbiri aklına gelmeyen ya da mevcut olmayan bitmek bilmez bir temsiller, imgeler zenginliği. Bu gece, burada fantazmagorik temsiller içinde varolan bu iç doğa – bu saf benlik... Burada kanlı bir baş, şuradan beyaz bir şekil çıkarır... İnsanın gözlerinin içine bakıldığında bu gece görülür –korkunç bir hale bürünen bu gece karşısında dünyanın gecesi hükümsüz kalır.” (Hegel; Gesammelte Werke; c. 8; Hamburg: Meiner, 1976, s.187; Slavoj Zizek Yamuk Bakmak, Metis Yayınları, s.121) 'Kaybın kaybı' nedir? Bireyin varlığına tutarlılık veren dayanak kaybolduğunda, kişinin simgesel düzeninde açılan, ucu bucağı meçhul çukur nereye çıkar?
Bu Hegelyen unsurlara temas etmeden önce elimizdeki kitaba ve yazarına bir göz atalım. Ayrıntı Yayınları’nın yakın zaman önce yayımladığı yeni romanlardan biri Pas. İlk eseri olması dolayısıyla yazarından da kısaca bahsetmeliyiz: Celal Güngördü, 1970'te, Malatya’nın Akçadağ ilçesine bağlı Durolava Köyü'nde doğmuş. İlk ve orta öğrenimine burada devam eden Güngördü, liseyi Kürecik'te tamamladıktan sonra İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun olarak hâlâ icra ettiği avukatlık mesleğine müdahil oluyor.
Pas, zaman-mekan birliği bağlamında son derece modern bir tekniğine sahip. Hikayemiz üç ayrı anlatım tarzında, üç ayrı zamanda ve üç ayrı mekanda geçen bir yapıdan mütevellit. Bu yapıyı kaldıran sütunlardan ilki, Erica’nın yaşlı-kanserli bir Alman kadını olarak II. Dünya Savaşı'na uzanan gençlik yıllarına ait kesitler, savaş döneminde Almanların yaşadığı kişisel trajediler ve tecrübeler ile şimdiki ihtiyarlık döneminde hayatı; anıları ve her akşamüstü içinde sadece bir ayağı çukurdaki yaşlıların ikamet ettiği sitede yarım saatlik bir resital veren “Kemancı” ile olan ilişkisini ele alıyor.
İkinci sütundaysa 1982 yılının Ekim ayına geçiyoruz. Türkiye’nin sıkıyönetimi yaşadığı o kanlı günlerde, askeri cuntaya karşı baş kaldırmış beş arkadaşın hikayesine tanıklık ediyoruz: Yusuf, Meryem, Şaşı, Çolak ve Benli. Başkahramanımız olan Yusuf’un cuntanın eline düşmesi sonucunda yaşadığı mahpusluk süreci ise savaş, işkence ve esaretin bireyin zihninde açtığı imgesel boşluk ve nevrozlar, karakterin kurgu ile olan ilişkisinde temel bir rol oynuyor: “Biliyorsun, dedi, bu günden sonra tekrar işimize döneceğiz, uygulama başlayacak. Bu yüzden fazla samimi olmasak iyi olur. Düşünsene, yediğin içtiğin adamın çüküne ertesi gün elektrik veriyorsun! Filistin askısı, makatına kola şişesi. Şu uluslarası insan hakları örgütleri yakında ortalığı velveleye verirlerse şaşırmam. Adamlar tam bir beş belası!” (s. 151-152)
Yusuf’un Phlethegon’da yaptığı uzun ve çetin yolculuk, onun nihayetinde Lethe’nin sularını yutmasına sebep oluyor. Bu nörolojik-psikolojik kırılmaysa anlatımın üçüncü sütununa gebe kalıyor. Parçalanmış ve keskin kırıklardan mütevellit bir hatıralar denizinin içerisinde, karakterimiz tutarlı bir bütünlüğü yitirmişliğinden ötürü hayatı ve geçmişi hakkındaki genel portreyi yitiriyor ve geçmişinin arasına kalın duvarlar örülmüş adacıklardan ibaret olduğu bir varoluşa sürükleniyor; gerçeküstü bir altbenliğin sularında yüzen bu adaları birbirine bağlayacak gerçek köprülerin arayışına kapılıyor: “Bir şey bulduğu söylenemezdi, bulanık şifrelenmiş bir takım çağrışımlarla karşılaşmıştı, o kadar. Hayaletler geniyordu etrafında. Her şey yıkılmış, silinmiş, şekil değiştirmişti.” (s.191)
Fırat Nehri’nden Almanya’ya, sonraysa memlekete geri uzanan bu arayış ise memleket özlemine zeminlenmiş bir yan tema olarak karşımıza çıkıyor. Yabancı suratlar, yabancı bir dil, yabancı sokaklar; L’Etrange’nin trajedisi ve zaman ile mekanın onu mahrum ettiği aşkı Meryem... Meryem ile Yusuf’un ilişkisi ise yabancılaşılan ve varoluşun bağlarının giderek zayıfladığı bir dünyada geçmişin güzel günlerinin imgesine duyulan tutku, ölülere yakılan bir ağıt, sınırların ötesine duyulan bir özlem...
Çevre duyarlılığı dikkat çekici
Güngördü’nün romanında kırsal kesim ve köylerin sermayece işgali üzerinden parmak bastığı çevre duyarlılığı da dikkat çekici. Devletin ve sermayenin silahlı ve silahsız kuvvetlerini arkasına alan burjuvaziyi temsil eden “Müteahhid”in Yusuf’un ve arkadaşlarının köyünde çıkardığı mermer ocağı, mezkur rantçılığın doğaya ve bölgelenin yerlilerine sirayeti, protesto eylemlerinin kan ve zorbalık ile bastırılması günümüz Türkiye'sinde yaşanan toplumsal, siyasal ve çevresel trajedinin de edebi bir örneği olarak karşımıza çıkıyor. Yazar, insan ve doğanın kökleri aynı kutsal toprağa dayanan varlık alanları olmaktan ziyade Francis Bacon’ın düşüncesinde olduğu gibi iki varlığın birbirinden kopuk olduğu ve doğanın insanın emrine tabi olduğu düşüncesine de edebi bir itiraz getiriyor.
Güngördü’nün romanında üç farklı dil, üç farklı gerçeklik ve üslup; düşler ile gerçekliğin çetrefilleştiği, üç başlangıç ve üç son mevcut: parçalanmış hayatlar, ülkesini terk etmiş mülteciler ve yerini betona bırakan yeşilin üzerinden geçilerek gidilen. Yalnız, her ne kadar Pas’ı iyi bir çıkış romanı olarak niteleyebilecek olsak da, okuyucuyu eserin kolay ve zahmetsiz bir kitap olmadığı hususunda uyarmakta da yarar var. Kitaba biçimini veren keskin zaman-mekan değişimleri, her ne kadar nihayetinde kesişseler de kopuk olarak süregelen üç farklı dil-hikaye ile buna eklemlenmiş Hegelyen bir simgesel fantazmagori ve gerçeküstü geçişler kimi zaman okuyucuyu bütünü yakalamak için çabalamak durumunda bırakıyor. Dürüst olmak gerekirse, Pas gibi olay örgüsü, karakterler, mekan ve zaman hususlarında modern teknikler icra edilerek yazılmış bir esere aynı paralelde derinlemesine teknik bir eleştiri yazmak lazım gelirdi. Lakin okuyucuyu boğmamak ve yazıyı akademik bir çerçeveye oturtmamak için bu yolu tercih etmedim. Nihayetinde Güngördü’nün eserinin Hegelyen düşüncenin imge-bütünlük çerçevesine edebi tekniklerin modern ve başarılı bir biçimde eklemlendiği, lakin plajda ya da otobüste okunanamayacak, malumatına bütünüyle inebilmek için felsefi-edebi ilgi ve tahkik gerektiren bir eser olduğu hususunun altını çizmek gerekiyor.
Yeni yorum gönder