Sinema ve edebiyatla haşır neşir olanlar, çift dedektifli hikayelere de aşinadır mutlaka. İrlandalı yazar Keith Ridgway de, Hawthorn ile Child’da böyle güçlü bir öykü getiriyor önümüze. Ancak bu, ne tam bir polisiye ne de bilindik kalıplara sığan bir roman.
Bir kere, öncelikle Ridgway, okuru “uyutarak” ilerliyor. Bunu bir metafor olarak algılayın çünkü Hawthorn’un ve Child’ın içinde bulunduğu arabaya benzer biçimde hızlı bir rüyaya giriyoruz. Her şey tam bir polisiye gibi başlıyor; olay yeri, soruşturmalar, tanıklar, şüpheliler ve mekanlar… Ridgway, hikayeyi iki koldan yürütüyor: Birincisi, art arda işlenen suçlar. İkincisi, olayları araştıran dedektiflerimiz. İkilinin neredeyse tüm hal ve hareketleri yazar tarafından bize izlettiriliyor.
Acaba yazar, iki dedektifin çözmeye uğraştıklarını ve tarzlarını mı anlatıyor, yoksa onlarla ilgili bilmeceler mi sunuyor? Bu soru hep peşimizde.
Okuru deli edebilecek bir diğer unsur da, zaman geçişleri. Adeta bir düş gibi; her şey çok mantıklı ama öbür taraftan da değil. Hawthorn ve Child, ortalıkta dolanıp olayları çözmeye çalışırken biz de zaman içindeki bu yolculukları anlamlandırmaya uğraşıyoruz. Child direksiyona geçiyor, Hawthorn ise yatağa ve düşlere. Böylece mevzu polisiye çemberini kırarak efsanevi bir durum oluyor.
Ridgway, birbirinden kopuk dosyaları, Hawthorn ve Child zeminine oturtuyor. Mesele, bir diziye dönüşüyor haliyle. Tabii hareket ettiğini sandıkları araba ve kendilerinin aksine etraflarını saran dünyanın kımıltısı, hep bir şekilde karşımızda.
Yapmak istedikleriyle istemedikleri arasındaki sınırın Hawthorn’u delirtmesi ve zihnine hiç güvenemez hale getirmesi ise, Ridgway’in okurun aklına düşürdüğü kurtlardan. Hawthorn’u ve Child’ı her zaman diri tutan bir gerçek de şu: “Bir şeyi bilmek onu sonlandırır. Öldürür. Sönüp gider, hakkında karar verilmiştir, bitmiştir ve unutulacaktır. Bizi ayakta tutan bilmemektir.”
Acaba yazar, iki dedektifin çözmeye uğraştıklarını ve tarzlarını mı anlatıyor, yoksa onlarla ilgili bilmeceler mi sunuyor? Bu soru hep peşimizde.
Britanya’nın boğucu havası da aynı şekilde nefesini ensemizde sürekli hissettiriyor. Hawthorn’un ve Child’ın araştırdığı kimi adamlarla uyumlu bir ortam var romanda. Geçmişi sırlarla dolu zanlılarla gizemli dedektiflerin yolu kesişiyor. Dahası Ridgway, olan bitenleri kovalananların gözünden de yansıtıyor, kamerayı onların eline de tutuşturuyor.
Sadece bu değil, zihni sarsıntılı Hawthorn için olaylar da kırılıp dökülüyor, elindeki deftere not ettikleri anlamsızlaşıyor ve aklındaki hikayede boşluklar oluşuyor. Bu anlarda onu silkeleyen kişi ise ortağı Child. Aslında zamansız bir zamanda “var olan” ikilinin sırrı da burada; tarzlarını, olaylara yaklaşımlarını ve yöntemlerini belirleyen ipuçlarını bize gösteren bir anahtar. Ridgway bu anlamda hem kafa karıştırıcı bir işe imza atıyor hem de ara sıra her şeyi açık ediyor. Tabii o kapıdan girebilenlere...
Ridgway, sanki dedektifmişiz gibi bizi çalıştırıyor. Sadece olayları aydınlatmak için değil, aynı zamanda Hawthorn’u ve Child’ı çözmek için de...
* Görsel: Mert Tugen
Yeni yorum gönder