Aile kimimiz için yıkılmaz kale, kimimiz için mutlaka yıkılması gereken ama yıkıldığında da altında kaldığımız koca bir yapı. Neden bilmiyorum ama bütün anlatısı kusursuz olan bir ailenin içerisinde bile bir sorun varmış gibi geliyor bana. İnsan sonuçta hatırladığı kadarıyla ya da biçimiyle kendi hikayesini yeniden yazabilme yeteneğine sahip. Aileye dair hikayeleri anlatmak, acı bir olay yaşanırken, ben ne yaşıyorum, diye sorgulamayıp üzerinden zaman geçtikten sonra geçmişe bakıp, vay be ne badireler atlattık, demek gibi...
1962 doğumlu gazeteci yazar Dirk Kurbjuweit’in 2013 yılında yazdığı Korku (orijinal adı Angst) aile kavramını, aileyi en çok tanımlayan “korku” kelimesinin üzerinden anlatıyor. 1999 yılından bu yana Spiegel’de çalışan yazar yaptığı haberlerle 1998 ve 2002 yılında Egon-Erwin-Kisch Ödülü’nü almış. Yazarın ayrıca yayımlanmış yedi romanı var ve bu romanların üçü filme çekilmiş.
Kurbjuweit Korku’da, eğitimli sınıfa mensup insanların, hayatlarına ansızın giren korku ile nasıl mücadele ettiklerini, insanın aklının şiddete meylettiğinde nasıl sekteye uğradığını ve korkunun hayata bir kez sirayet etmesinin her şeyi nasıl altüst ettiğini anlatıyor.
Bir gerilim romanı olan Korku dört kişilik bir ailenin yeni bir eve taşınmasıyla başlıyor. Aile, alt komşularının -hukuk sınırlarını elle tutulur şekilde aşmadığı için- yasal olarak müdahale edilemeyen tacizlerine maruz kalıyor. Komşuları kapılarına sürekli mektuplar bırakıyor, durmadan onları dinliyor ve gözetliyor. Yeni komşularını yapmadıkları şeylerle suçluyor ve yaşanmamış olayları yaşanmış gibi göstererek polise şikayet etmeye kadar vardırıyor olayları. Sınırlarını iyi belirlediği ve hukuki boşluktan yararlandığı için ne yazdığı mektuplar ne evi gözetleyip dinlemesi onun yargılanması için suç unsuru teşkil ediyor. Kurbjuweit burada okuruna şunu soruyor: Yargının ve hukukun yetmediği bir noktada aileniz tehdit altındayken ne kadar ileriye gidebilirsiniz?
Roman bir cezaevi hikayesiyle açılıyor. Anlatıcı Randolph, işlediği korkunç bir suçun ardından cezaevine giren babasını ziyaret ediyor. Yalnız baba Hermann Tiefenthaler, bir süre önce iletişime açık olmasına rağmen, oğluyla konuşmaktan vazgeçiyor. Cezaevinde ailecek kutlanan doğum gününün anlatılmasının ardından her şey geçmişe, Berlin’de duvarın olduğu zamanlara gidiyor.
Savaş görmüş bir ailenin, savaşın bitmesine yakın zamanda dünyaya gelen oğlu Randolph’un bir ablası ve bir erkek kardeşi var. Ablası vefat ediyor, erkek kardeşi ise yeryüzünde zar zor yaşıyor. Kendi çekirdek ailesinin içinden çıkıp kendine aile kurabilen tek çocuk o. Çocukluğunu genellikle iyi anıyor ama onun anlattıklarını okudukça anlıyoruz ki sert, sevgisini göstermeyen bir babaya sahip. Üstelik baba silahlara oldukça düşkün. Karısı Rebecca ile, içinde büyüdüğü aile hayatının tam tersini kurduğuna inandırıyor kendini. Ne var ki anlattıkça kendi düşüncelerini çürütüyor. Randolph sıklıkla geçmişe gidip babası, erkek kardeşi, ablası ile olan hikayelerini ve onlardan istemsizce nasıl uzaklaştığını anlatıyor. Yaşadığı o günlerle bugün hissettikleri arasında gidip geliyor. O zamanlar olduğu gibi her daim kendi annesine saygı duyuyor. Korku onun için daha çok erkeklik ve baba-oğul olma durumundaki gerilimin bir ifadesi. Randolph bütün yaşadıklarını yazarak anlatmak ve bir şekilde aklını kurtarmak istiyor. Kendi eğilimlerinden endişe ediyor. Bir sırla yaşamaya tahammül edemiyor.
Yazar orta sınıf bir aile hayatının içine korkuyu ve gerilimi koyuyor. Aile kavramına ve birey olmaya dair, özellikle erkek olmak üzerinden sorgulamalar yapıyor. Yarattığı psikolojik gerilim ile okuru kendisine bağlıyor. Zemin katta yaşayan bir ailenin bodrum katta yaşayan adama karşı verdiği mücadele bir yandan da sembolik bir işleve sahip. Başına bir şey gelmez sandığımız o korunaklı ailemizin başına bir tehlike geldiğinde elimizden hiçbir şey gelmemesini bir alt-üst sınıf eleştirisiyle birlikte sunuyor Kurbjuweit. Kitabın sonuna yaklaşırken yazar okuru, şiddete başvurmayı bir türlü kabul edemeyen, hukuk düzenine bağlı ve eğitimli “zemin kat ailesi”, “bodrum katı canavarının” tahriklerine dayanabilecek mi, sorusuyla karşı karşıya bırakıyor.
Görsel: Nora Yeksek
Yeni yorum gönder