Herhalde edebiyatımızın en paylaşılamayan ismi Ahmet Hamdi Tanpınar’dır. Sağcı mı solcu mu, Batılı mı Batıcı mı kavgasının başlangıç noktası olarak 1973 yılındaki Selahattin Hilav (“Tanpınar Üzerine Notlar”, Yeni Dergi) ile Hilmi Yavuz (“Tanpınar’ın Solculuğu Efsanesi”, Yeni A Dergisi) arasındaki tartışmayı gösterebiliriz. Hâlâ sonuçlanmayan bu tartışmanın son örneğini yine Hilmi Yavuz’un, Besim F. Dellaloğlu’nun Bir Tanpınar Fetişizmi kitabı vesilesiyle kaleme aldığı “Tanpınar ve Yanılgılar” başlıklı yazı oluşturmuştu (Zaman gazetesi, 30 Ocak 2013) .
Konu Tanpınar oldu mu, söz kaçınılmaz olarak kendi eserlerine tepkisizlik konusunda sarf ettiği, edebiyatımızın en meşhur deyişlerinden birisi haline gelen “sükut suikasti” ifadesine gelecektir kuşkusuz. Muhtemelen bu günleri, paylaşılamayacağını, hakkında yazılan makale sayısının bini, kitap sayısının ise otuzu geçeceğini asla hayal etmemiştir. Üstelik bunlarla da kalmıyor, artık adına festivaller ve kitaplarında bahsettiği müzisyenlerin eserlerinden oluşan konserler düzenleniyor; yayınevleri kitaplarını yayımlamak konusunda mahkemelik bile oldular. Entelektüellerin bu yoğun ilgisinin ortalama okuyucu tarafından paylaşıldığını söylemek ise biraz zor. Tanpınar’ın metinleri, kitapları yine sonradan keşfedilen, mesela Sabahattin Ali romanları kadar kolay okunur değiller.
Artık her yıl hakkında birkaç kitabın yayımlanması olağan hale geldiği gibi konuyu Kapıkule’nin ötesine de taşımaya başladık. Geçtiğimiz yıl Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nün yeni İngilizce çevirisinin yayımlanmasından sonra, şimdi de tanınmış Arjantinli yazar Alberto Manguel nicel olarak gittikçe zenginleşen Tanpınar hakkındaki külliyata Tanpınar’ın İzinde Beş Şehir kitabı ile katkıda bulunuyor. Manguel’in projesi, Tanpınar’ın Beş Şehir’ine konu olan şehirleri ziyaret ederek izlenimlerini yazmak şeklinde özetlenebilir.
Manguel’in dedesi
Tanpınar’ın yapmaya çalıştığı şey, şehirlerin yaşadığı dönemdeki hallerinin tasvirinden ziyade kültür, yaşam biçimi ve gelenekler bağlamında kaybolanların izini sürmektir.
Manguel’i böyle bir proje için motive eden hususların en ilginç olanı (benim için kitabın da en cazip bölümü) Manguel’in anne tarafından dedesinin öyküsü. Manguel’in tasasız, tuhaf bir genç adam olarak tanımladığı 16-17 yaşlarındaki dede, yirminci yüzyılın başında Çar ordusunda askerlik yapmak istemediği için Rusya’dan İstanbul’a kaçar. Ancak İstanbul’da da kalmaz, sergüzeşti Buenos Aires’te sürer. Manguel de dedesinin bu ilk durağını merak ettiği için, günün birinde, 16 yaşındaki oğlu ile İstanbul’a gelir. Yani Manguel’in Türkiye ile böyle bir bağı vardır.
Basit gibi görünen bu projenin ciddi zorlukları var. İlki ve en önemlisi Beş Şehir’in yapısından kaynaklanıyor. Tanpınar kitabını şöyle özetler: "Beş Şehir'in asıl konusu hayatımızda kaybolan şeylerin ardından duyulan üzüntü ile yeniye karşı beslenen iştiyaktır. İlk bakışta birbiriyle çatışır görünen bu iki duyguyu sevgi kelimesinde birleştirebiliriz. Bu sevginin kendisine çerçeve olarak seçtiği şehirler, benim hayatımın tesadüfleridir." O, bu şehirlerin beşinde de yaşamıştır; yapmaya çalıştığı şey, şehirlerin yaşadığı dönemdeki hallerinin tasvirinden ziyade kültür, yaşam biçimi ve gelenekler bağlamında kaybolanların izini sürmektir. Kendi ifadesi ile bizi “bir kuyu gibi çeken geçmişin” peşine düşer. Ama bu basitçe bir şehirler tarihi demek değildir. Tanpınar’ın geçmişle ilişkisinin nefis bir çözümlemesi için Nurdan Gürbilek’in Defter dergisinin Haziran-Eylül 1988 tarihli beşinci sayısındaki “Tanpınar’da Görünmeyen” başlıklı makalesine bakılabilir. Gürbilek’in “Rüya estetiği” olarak adlandırdığı yaklaşım ile, geçmişin ona bakan öznede, yani Tanpınar’daki aksi, o şehirde “zihnin yeniden kurduğu bir tarihle” mümkündür ancak. Dolayısıyla şehre bakanın bu yeniden kurma işlemini yerine getirecek bir tarihsel malzemeye, deneyime sahip olması gerekir. Bu olmadığı, yani yabancı olunduğu vakit, iz sürme işleminin layıkıyla gerçekleştirilebilmesinin nesnel temelleri ortadan kalkıyor.
İkinci husus ise daha basit bir konu: Manguel’in şehirlerde geçirdiği süre. Anladığımız kadarıyla, İstanbul dışındaki şehirlerde sadece birkaç günlük geziler gerçekleştirilebiliyor. Gezginler gayet iyi bilirler, bu kadar kısa sürelerde basit bir turistik gezinin ötesinde şehirlerin ve yaşayanların ruhuna nüfuz edebilmek, imkansız demesek de, hayli zordur. Nitekim kitapta bu zorlukların sonuçlarını hissediyoruz. Anlatı Tanpınar’ın Beş Şehir’iyle senkronize olamıyor, bundan da önce Manguel’in Tanpınar’a tam olarak nüfuz edip edemediği konusunda da şüpheye düşüyoruz. Bu problemlerin sonucunda, kitap bir noktadan sonra Beş Şehir’de sözü edilen yapıların, yerlerin listelenmesi ve ziyaretler hakkındaki izlenimlerin aktarılmasına dönüşüyor.
Kitabın editoryal çalışmasında da kimi ufak sıkıntılar göze çarpıyor; söz gelimi Manguel’in Tanpınar’ın mürebbiyesinden söz ettiği bölüm... Oysa Beş Şehir’de ondan mürebbiye olarak bahsedilmez, “Bir Arabistan şehrinde ihtiyar bir kadın tanımıştık,” denir. Bir sonraki sayfadaki şu cümleyi ise nereden tutsak olmuyor: “Öbür tarafta, 2005’te Almanların yıktığı ve sonra aynı şekilde yeniden inşa ettiği eski caminin, Haydarpaşa’nın minareleri...” Tabii ki 2005’te bir yıkım yok, demiryolu yapılırken 1873’te yıkılır, 90’lı yıllarda bir dernek tarafından yaptırılır. Çeviride de zaman zaman aksamalar mevcut: “Önceki Yahudi mahallelerini bir yangın yok etti ve sakinlerini buraya yerleşip bir sinagog açmaya zorlamış” veya “Ali, ayrıntılar için mahrem (ama aynı zamanda dayanılmayacak kadar titiz) bir gözü olan” (Mahrem göz nasıl oluyor?) gibi... (Görebildiğim bir yanlış bilgilendirme de var: “Bir tanesi, Harry Potter’ın...Türk eşdeğerini tavsiye ediyor: Muhammed bin Süleyman el-Cezuli’nin yazdığı Kara Davud adlı bir on dördüncü yüzyıl fantastik romanı. Bir çevirisini bulup okumalıyım.” El-Cezuli’nin kitabı fantastik roman değildir bildiğim kadarıyla.)
Çarpık yapılaşma
Söz konusu şehirlerdeki felaket düzeyine varan çarpık yapılaşmayı hepimiz biliyoruz. Manguel kibarlıktan olsa gerek, artık dayanamadığı bir manzara dışında, hiç sesini çıkarmıyor buna: “Yol boyunca zaman zaman, şimdi Türkiye’de her yerde olduğu gibi TOKİ denen düşük kiralı gudubet konutlar görünüyor. Bu ruhsuz, kasvetli binalar Anadolu’nun kadim topraklarına bir hakaret olsun diye ve sakinlerini intihara sevk etmek için yapılmışa benziyorlar. Kendi kendinize kimsenin böyle perişan binalarda yaşaması mümkün değil diyorsunuz. Ama çoğu kişinin yaşaması gerekiyor.”
Manguel’i severek okuyanlar bu kez biraz düş kırıklığı yaşayabilirler.
* Görsel: Esra Kalay
Yeni yorum gönder