Polisiye ve suç romanlarıyla tanınan Fransız yazar Thierry Jonquet’in en ünlü kitabı olarak kabul edilen (1954-2009) “Tarantula” (Orijinal ismi “Mygale”) 1995’te yayımlanmış.
Geçen sene Pedro Almadóvar tarafından “İçinde Yaşadığım Deri” ismiyle beyaz perdeye aktarılarak yeniden gündeme gelen roman, bu yıl ülkemizde de basıldı. Yayınevi Kırmızı Kedi, çevirmeni Yaşar Avunç.
İntikam dondurulmuş gıdadır
Çoğunluk gibi önce filmi izleyip sonra romanı okuyanlardanım. Birebir uyarlama diyemeyeceğimiz filmin ilham kaynağı olan kitap, bana daha çok hitap etti. Bunun nedenlerinden biri filmde gerilim matematiğinin gereğinden fazla sürpriz sona odaklı olduğunu hissetmem. Şoke edici finalden başa doğru kurulmuş sanki dramatik yapı. Bana kalırsa romanda gizem de, gerilim de, şok etkisi de daha homojen dağılmış yapıtın bütününe.
“Tarantula” bir intikam romanı. Ancak tipik bir intikam anlatısı yok karşımızda. Kitapta anlatılan intikam, soğuk yenen bir yemeğin ötesinde, bir tür dondurulmuş gıda... İntikamcının klasik bir refleksi vardır. Aynı şeyi karşı tarafa yaşatmak... Aynı acıyı ona da tattırmak. Bu bazen fiziksel olarak mümkündür. Adalet sistemi izin vermese de fizik yasaları müsaade eder. İçine intikam ateşi düşmüş zihin sağlıklı düşünemez. Adaleti kendisi sağlamaya kalkarak karşı atak denebilecek simetrik suçu ince ince planlar. Bazense karşı tarafa aynı deneyimi yaşatmak fiziksel olarak mümkün değildir. Ancak intikamcı bir estetik cerrahsa, fiziksel koşulları intikamı mümkün kılacak biçimde yeniden düzenleyebilir. Normal şartlarda fantezi boyutunda kalacak planı elindeki neşterle çizerek soğukkanlılıkla hayata geçirebilir. Daha fazlası konuyu bilmeyenlerin tadını kaçıracaktır. Bu bölümü burada keselim.
Havva kimin eseri?
“Örümcek”, “Zehir” ve “Av” başlıklı 3 bölümden oluşan romanın başında bir çiftin soğuk ilişkisi anlatılıyor. Girişin gizem duygusu, geçmişte olan bitenin günümüze çöken karanlığı, Ballard tarzı bilimkurgu havası okuru “Tarantula”nın tekinsiz bacaklarının arasına doğru çekmeye başlıyor. Girişin senaryo havasındaki anlatımı da bu çekimi hızlandırıyor. Senaryo havası dediğime örnek vermek gerekirse:
“Zemin katında, mutfağa bitişik küçük bir oda: Hizmetçi kadın Line burada yemek yiyor olmalıydı. Sağa doğru, daha aydınlıkta, boğuk bir uğultu: Burası garajdı; şoför Roger içeride Mercedes’in motorunu çalıştırmakla meşguldü. Son olarak, büyük salon; koyu perdelerinden içeriye ancak cılız gün ışığı demetleri sızıyordu.”
Tüm anlatı böyle ilerlemiyor tabii. Ara sıra araya giren senaryo yapısı akışın temposunu hızlandırıyor, romanın ritmine hareket katıyor.
Metindeki bir diğer sevdiğim ayrıntı da anlatıcının hiçbir şeyi estetize etmeyen hatta bunun tersini yapan tutumu oldu. Bu tutuma örnek vermek gerekirse: “Lafargue bir gül kopardı; gülün baygın, neredeyse mide bulandırıcı kokusunu bir an içine çektikten sonra geri döndü.”
Soğuk bir ilişkinin tarifiyle başlıyor roman. Richard ve Eve çiftini tanıyoruz önce. Richard dünyaca ünlü bir estetik cerrah... Peki Eve? Kimliği ve rolü belirsiz kadının doktorla hastalıklı bir ilişkisi, iletişimsizlik denebilecek bir diyalogu var. Öyle ki aynı malikanenin içinde diyafonla haberleşen iki insan var karşımızda. Peki kim bu kadın? Adının Türkçesi “Havva” olan bu kadını kim yarattı? Okur bu sorunun cevabının peşine düşüyor. Tek tarafı karanlıkta kalan bu çiftin sırrını çözmek istiyor. Ancak bakış açısı kısıtlı. Hissettiği tuhaflığın adını koyamıyor. Bunun için başka bir bakış açısına ihtiyaç var. Bu noktada Alex devreye giriyor.
Ava giden Alex
Alex okur için bu gizemli çiftin hayatını, hatta geçmişini dikizlemek için bir çift tekinsiz göz. Tekinsiz çünkü Alex polis katili, bela bir tip. Bir kaçak... Adaletten kaçmak için kendinden kaçmaya karar vermiş, Alex’ten kaçmaya... Ülke sınırlarını terk etmek yerine kendi hatlarından vazgeçiyor. Yüzünü değiştirmek istiyor. Bu iş için ünlü ve göz önünde bir cerrah olan Richard’ı gözüne kestiriyor. Ve Richard’ı takibe alıyor. İş düzenini, rutinlerini bir bir tespit ediyor. Sonra da kaçırıp istediğini yaptırmak için doktorun değer verdiği insanları araştırıyor. Kısa bir iz sürmenin akabinde ideal rehine olarak gördüğü Eve’i kaçırıyor.
Psikopat Alex zavallı doktora tuzak kurduğunu sanarken, psikopatın Allah’ının doktor, zavallı duruma düşenin de kendisi olduğunu görüyor. “Av” başlıklı sön bölümde ava giden Alex’in avlanışına tanık oluyoruz. Hiçbir şeyin dışarıdan göründüğü gibi olmadığı gerçeğiyle bir kez daha tanışıyoruz. Hele bir de işin içinde karanlık bir estetik cerrah varsa, dış görünüşün lafının bile edilmeyeceğini anlıyoruz.
Yine mi sürpriz final?
Cinsiyet rollerini kullanarak şoke edici final tasarlamak drama tarihinde resmen bir tür oldu. Bu tarz anlatıların çoğu beni itiyor. “İçinde Yaşadığım Deri” filmi de üzerimde böyle bir etki yarattı. Bendeki bu sürpriz final takıntısı kişisel bir durum tabii... Ama elimde değil. Şöyle sonlar vardır ya; meğerse adam kadınmış, meğerse doktor akıl hastasıymış, meğerse çocuk cüceymiş, meğerse cüce diz çökmüş bir adammış, meğerse adam madammış... Çok özel örnekler dışında bu tip yapılarda hep, “Ha hayt, nasıl da tuzağa düşecekler birazdan” diyerek ellerini ovuşturan yaratıcıyı görür gibi olurum. Tüm yapı bu şoke edici finali inşa etmek için kurulmuş bir düzenektir sanki. M. Night Shyamalan filmleri bu sevmediğim işleyiş için tipik örneklerdir. Bu konuda iyi bir istisna ise Iain Banks’in kült romanı “Eşekarısı Fabrikası”dır benim için.
Kitabı filmden daha çok sevmemin bir diğer nedeni de çizilen psikopat doktor karakteriyle ilgili. Almadóvar’ın doktoru yeteri kadar manyak değildi sanki. Haneke’nin “Ölümcül Oyunlar”ında olduğu gibi ekstra ince ve kibar olup da sinir bozacak kadar steril de değildi. Biraz arada kalmıştı benim için. Beyaz perdeye aktarılırken psikopatlığından ödün veren karakter boldur. Patrick Süskind’in “Koku” romanı bu konudaki en hazin örneklerdendir bana kalırsa. Romandaki hilkat garibesi yerini, gayet hoş ve fotojenik bir genç adama bırakır... Richard’ı temsil eden Antonio Banderas da inandırıcılıktan uzaktı benim için. Bu da yine kişisel bir ayrıntı tabii.
Çok sevdiğim televizyon dizisi Nip/Tuck’ın herhangi bir bölümünün çok daha derin olduğunu düşündüğüm “İçinde Yaşadığım Deri” beni pek kesmedi özetle. Ancak filmden ayrı bir atmosferi ve kısmen ayrı bir hikâyesi olan “Tarantula” ilginç bir roman...
Yeni yorum gönder