Onlar, X-Men gibi başarılı çizgiromanlardan aşina olduğumuz Mike Carey’nin, yani İngiltere’deki yayıncısının piyasaya iyi bir giriş yapabilmesi ve eklektik önyargıya kurban gitmeden pazarlanabilmesi adına ona taktığı mahlasıyla Adam Blake'in ilk romanı.
Carey’nin eseri gizli tarikatları, erken dönem “alternatif” Hristiyan tarihi, kadim gizemleri ve artifact’leriyle Da Vinci Şifresi’nin ardıllarından biri.
Hikaye, Arizona’da bir uçak kazası ve Lut Gölü El Yazmaları üzerinde çalışan bir grup tarihçinin şüphe uyandıran ölümüyle başlıyor. Kurguda iki tane ana kahramanımız mevcut: Eski bir paralı asker olan Leo Tillmann ve Londralı bayan dedektif Heather Kennedy. Bu ikirciklik aynı zamanda Leo’nun romanın aksiyon kısmını, Kennedy’nin de polisiye kısmını üstlendiği karakterler arası kurgusal bir iş bölümü olarak romana yansımış. Karakterlerimiz iki ayrı noktadan, iki ayrı amaçla yola çıkıyor. Fakat nihayetinde yolları, soylarını Yahuda’ya dayandıran, kandan gözyaşları döken ve el yazmalarındaki kadim sırlarını korumak uğruna engel tanımayan soluk tenli suikastçilerin hedef tahtasında kesişiyor.
Karakterlerimizin kendilerine has bir edebi ve psikolojik derinlikleri olduğunu söylemek güç. Yazarın Marvel Comics’teki geçmişini de hesap edecek olursak, Leo Tilmann, ailesi kaçırıldıktan ya da öldürüldükten sonra paralı asker – Vigilante profiline bürünüşüyle Punisher vb. karakterleri oldukça anımsatıyor. Tillmann’ın arayışı, yıllar geçtikçe arayışın özünde araç bağlamından çıkarak amaç yerini almasının zayıf anlatımsal işaretlerini veriyor. Zayıf, çünkü ailenin hayatta olma oranı her geçen saniyeyle azalırken, Tillmann’ın ailesini gerçekten aramaya başlamadan önce paralı askerlik vb. eğitim bahanesiyle geçirdiği on yılın, psikanalitik bir 'Thanatos dürtüsü' olup olamayacağı gibi derinliklere inil(e)miyor. Nihayetinde karakterimiz Heidegger’imsi bir anlam ve amaç ipinde ilerlerken, dengesini kaybedip intihara sürüklenebilecek derin bir düşkünlüğe erişemeyip, silahlarını kuşanıp ailesini kötü adamlardan kurtarmaya çalışan bir basmakalıba hapsoluyor.
Heather Kennedy de aynı dertten muzdarip. Halbuki daha geçtiğimiz günlerde edebiyatın erkeklerin tekelinde olduğuna dair araştırma ve tartışmalar edebiyat gündemini meşgul ederken, lezbiyen bir polis memuru edebi ve toplumsal açıdan ne de büyük bir cevher sunabilirdi. Fakat bir karakterin lezbiyen olduğunu ifade edip; akabinde bu cinsel kimliğin karakterin işine, yaşantısına, toplumla olan ilişkilerine ve bu bağlamda kendi psikolojisine nasıl sirayet ettiği üzerine cinsel, toplumsal ve psikolojik bir ayna ve okuyucuyla özdeşlik sağlayamazsanız, yarattığınız bir karakterin eşcinsel olup olmaması kapı kulbumun eşcinsel olup olmaması kadar anlam taşır, daha fazla değil.
Bir de sürekli altı çizilen 'İsa’nın ölümüyle ilgili bildiğiniz her şey yalan' meselesi var. Carey’in bir TV röportajında kendi de ifade ettiği üzere, kitabın yazılmasına ilham veren 1970’lerde Mısır’da bulunan Codex Tchacos’un bir parçası ve Hristiyanlığın temellerini sarsabilecek bir alternatif tarih sunan Yehuda İncili. Metnin 2006 yılında National Geographic tarafından tercümesiyle birlikte Hristiyan teoloji ve bilim dünyası ciddi bir münakaşaya girdi. Çünkü metne göre İsa, havari Yehuda’dan kendisini ihbar etmesini bizzat istiyordu. Haliyle sanatın resmi söylemlerden yaka silktiği, İkinci Dünya Savaşı ile ilgili film ve oyunların bile Amerikan askerlerinin değil, Alman askerlerinin perspektifinden yapılmaya başlandığı bir dönemde; Dante’nin, Cerberus’un dişleri arasında sonsuza kadar parçalanmaya mahkum ettiği Yehuda’yı bir süreliğine dişlerden azad edip, kendi hikayesini anlattırarak muhteşem bir kurgusal hazineye sahip olabilirdik. Fakat İsa ve Yehuda arasındaki alternatif münasebet kitabın sonlarına doğru pek de romantik olmayan bir 10-15 sayfayı geçmiyor. Yani sayın okuyucu, reklama aldandıysanız maalesef oltaya geldiniz.
Nihayetinde sayın yazar, karakterlerinizi ve kurgunuzu derinleştiremiyor, inandırıcılığı olmayan ucuz Amerikan filmlerindeki 'Deus Ex Machina' ürünü aksiyon sahnelerini peş peşe sıralıyor, okuyucuya kurgulamadığınız bir hikayeyi romanın belkemiğiymiş gibi sunuyor ve onu aptal yerine koyuyorsunuz. Üstelik kendini tekrar eden diyaloglar ve gereksiz detaylarla uzatılmış bir 520 sayfa... Aynı projede çalışırken peş peşe üç arkadaşı ölen, ama bunu hala kaza zannedebilecek kadar 'zeki' üniversite hocaları ve uçak kazası haberi alınca kafasını bitiremeyeceği dondurmasına takıp, ceset görünce ağlayan yan karakterlerin tutarlılıklarından (!) söz etmeyelim bile. Edward Hallett Carr’ın ünlü eleştirmen Vissarion Belinski ile yayıncı Andrei Kraevski arasındaki kavgayı anlatırken söylediği gibi: “Bir yazarın estetik görüşüyle bir yayıncının mali görüşü pek seyrek uyuşur.” Bu günlerde bu kadar çok mutabakat varsa, kimin kime bel verdiğine dikkat etmeli...
Kitabı klişeleri ve kendini tekrarı dolayısıyla yarısında bıraktım. Sizin de dikkat çektiğiniz gibi malesef eserin kalınlığı, üzerine yapılan reklam ve kalitesi arasında herhangi bir doğru orantı yok. Yayıncılar "çok satabilir" politikalarından vazgeçmeli...
Yeni yorum gönder