Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

“Bu konuya dalan, aklını yitirir…”



Toplam oy: 196
Gabor T. Szanto // Çev. Leyla Önal
Kafka
Kafka’nın Kedileri’nin ardından, bu zamana kadar okuduğumuz ve bundan sonra okuyacağımız Kafka metinlerine bambaşka bir gözle bakacağımız kesin.

Macar yazar Gábor T. Szántó’nun romanı Kafka’nın Kedileri, anlatıcımızın üniversitedeki ofisine beklenmedik bir ziyaretçinin, “80 yaşlarında, sakalları karmakarışık, siyah ceketli bir Yahudi”nin girmesiyle başlıyor. Bu yaşlı adam, Budapeşte uçağında yolculara dağıtılan bir edebiyat dergisinin kapağında Kafka’nın fotoğrafını görüp, söylendiği gibi Kafka’nın 1924 yılında ölmüş olamayacağını, çünkü kapaktaki adamı –yani Kafka’yı– bu tarihten 20 sene sonra Auschwitz toplama kampında gördüğünü iddia eder. Romanın başkahramanı olan derginin editörü de, ofisine gelip bunları anlatan yaşlı adamı dinledikten sonra merakla araştırmaya başlar ve yollara koyulur. Kafka’nın Kedileri, hepimizi bu merakın peşinde Budapeşte’den Prag’a, Viyana’ya, Berlin’e ve hatta Tel Aviv’e kadar sürüklüyor.

Kafka’ya ne olmuş olabilirdi? Ölüm haberinin geldiği Viyana’daki sanatoryumdan nereye gitmiş olabilirdi? En son nerede yaşamıştı? 20 yıl boyunca ne yapmıştı? Ne işle meşguldü, neyle geçinmişti? Bütün bu yıllar boyunca neler yazmıştı ve yazıları nerede olabilirdi? Öldüğünde ya da ölüm haberi geldiğinde, 41 yaşına basmasına bir ay kalmıştı. (s. 18) Eğer yaşlı adamın anlattıkları doğruysa, Kafka’nın, Auschwitz toplama kampında bu yaşlı adamla karşılaşana dek yaşadıklarının yarısı kadarını daha yaşamaya yetecek ömrü olmuş olmalıydı. Sararmış kağıtlar ve şüpheli ayrıntılar peşinde oradan oraya sürüklenirken bir yandan da Kafka’nın tüm eserleri ve yaşamı arasında derin kazılara girişiyoruz.

Kafka’nın günlükleri ve mektuplarını okuyarak, kütüphaneden biyografilerini ve Kafka üzerine incelemeleri ödünç alarak yola çıkıyoruz. Beklenmedik ziyaretçinin verdiği bilgiyi irdelemek ve bu şüpheli gerçekliği destekleyecek herhangi bir bilgi ya da açıklığa kavuşturulmamış herhangi bir olay olup olmadığını araştırmak üzere bir edebiyat müfettişi gibi her detayın peşinden koşuyoruz. Örneğin Deleuze ve Guattari’ye göre Kafka, bir çocuk olarak, güçlü ve katı babasının karşısında azınlıktaydı ve babasıyla, onun diğer arkadaşlarıyla, babalar ve oğullarıyla, anneler ve kızlarıyla birlikte büyük babasının, yani uygarlığın ağır ve nevrotikleştiren yükünün karşısında da son kertede azınlıktaydı. (s. 52) Duygusal olarak ailesine bağımlı bir hayat süren, babasının baskısı altında boğulan Kafka, kapalı bir toplumda olmaktan; kimliğini kaybetmiş Yahudi bir entelektüel olarak toplumsal beklentilerin altında ve Yahudi azınlığın bir mensubu olarak da, çoğunluk milliyetçiliklerinin arasında kalmaktan da boğuluyordu. Romanda, içgüdüleriyle hareket eden nevrotik bir varlık olarak, elbette medeniyetin baskısından da boğulan ve yazılarında bundan sıklıkla hayvan biçimine bürünerek kaçış aradığı, ancak bulamadığının altı birkaç kez çiziliyor.



Kaybolan bir oyuncak bebek…


Tüm Kafka külliyatını da hallaç pamuğu gibi atan Gábor T. Szántó, Kafka’nın biyografisinde fark ettiği en ufak bir çelişkinin bile uzun uzadıya ardına düşüyor: Bir keresinde Kafka ve Dora (Dwojra Diament), çocuk parkında, kaybolan oyuncak bebeği yüzünden ağlayan küçük bir kızla karşılaşırlar. Küçük kızın kederi Kafka’yı derinden sarsar. Bebeğin sadece seyahate çıktığını ve gittiği yerden kesinlikle haber vereceğini söyleyerek küçük kızı hemen avutmaya çalışır. Ertesi gün yine orada buluşmayı kararlaştırırlar ve Kafka eve gidip bebeğin ağzından bir mektup yazar. Seyahate çıkması gerekiyordur –böyle yazar–, dünyayı görmesi gerekiyordur, çünkü önceki yaşamı artık ona dar geliyordur. Küçük kız onu merak etmemelidir; yine mektup yazacaktır. Böylece küçük kız yeni mektubu beklemeye başlar ve Kafka da ertesi gün bir mektup daha yazar. Bebek yeni arkadaşlar edinir –hayatından bahseder– ve küçük kızı, ders çalışması, kitap okuması, arkadaşlar edinmesi ve dünyayla tanışması konusunda cesaretlendirmeye çalışır. Üç hafta boyunca her gün Steglitz’deki parkta bu şekilde buluşurlar ve Kafka her gün yeni bir mektupla çıkagelir. Küçük kız mektupta anlatılanları sonuna kadar dinler, oyuncağı kaybolduğu için artık daha az üzüldüğü görülür. Bebek, son mektubunda, bir ailesinin olduğunu, evlendiğini, kendi evinin olduğunu, çocuk doğurduğunu ve artık küçük kızın onu beklememesini, geri dönmeyeceğini yazar. (s. 59-60) Kafka sanki bu mektuplarda kendi arzularını, son aylarını ve geleceğe dair beklentilerini, erişkinliğe adım atmasını anlatır; tüm bunların pekala gerçekleşebileceği konusunda kendisini ikna etmeye çalışıyor gibidir.

 

Çevirmenin ve editörün detaylı ve yerinde notlarıyla Kafka’nın Kedileri’ne kendinizi kaptırmanız çok daha kolay oluyor. Macar yazar Gábor T. Szántó’nun üslubunda farklı bir rüzgar var. Hem kelimeleri yan yana getirişinde hem de kendisini romanın içinde fark ettirirken bu farkındalığı asla kibre dönüştürmemesinde bu özellikle kendisini hissettiriyor.

 

 

Yaka iğnesi, kafe ismi ve tişört yazısı…


Prag’da Kafka’nın yaşadığı yerlerden geçiyoruz bir bir. Gezdiği kafelerde oturup hangi pencerelerden nerelere baktığına dek kıymetli bir seyahat bekliyor okuru. Prag’da, Krank’la buluştuğunda Avrupa, kimlik vb üzerine sohbetleri çok değişik noktalara gidebilirken, konuşmaları esnasında farklı Kafka algılarına ilişkin şu cümlelere dikkatinizi çekmek isterim: “Macar edebiyatçılar ise, yani Kafka ile ilgilenenler, soykırımdan sonraki tabuları incitmemek için fazlaca temkinli davrandılar. Kafka’yı, olsa olsa, kimliksizliği açısından ve Freudyen çerçevelerde okudular. Ya da Fransızlar gibi: Onu, varoluşçuluğun erken gelen Mesihi olarak gördüler. Modaya uygun olan buydu; basit olan da. Böylece Kafka, kimlik yitiminin simgesi oldu. Böylece yaka iğnesi, kafe ismi ve tişört yazısı da oldu. Bu konuya dalan, aklını yitirir… (s. 86)” Roman ilerledikçe Kafka’nın didiklenmedik ne bir kuyusu kalıyor ne de uçurumu. Sert mizaçlı babasının çocukluğundan beri kendisini küçük gören tutumu, aşağılayıcı tavırları ve gerçekleştirilemez beklentileri; erkek kardeşlerinin hastalığı ve trajik ölümleriyle ilgili olarak hissettiği vicdan azabı; tek erkek çocuk olmanın güçlükleri; İbranice bilmediğinden tek kelimesini bile anlamadığı kasvetli duaların monotonluğunda ebeveynleri tarafından üzerine yüklenen matem hissini öğrenince bu zamana kadar okuduğumuz ve bundan sonra okuyacağımız Kafka metinlerine bambaşka bir gözle bakacağımız kesin. Ki sırf bu yüzden bile bu yaz okumalarınız arasına Kafka’nın Kedileri’ni almalısınız.

 

 


 

Görsel: Sanem Karadayı

 


 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.