Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

“Derisi yüzülen bir hayvanmış gibi”



Toplam oy: 644
Doris Lessing // Çev. İdil Dündar
Kırmızı Kedi
Lessing’le evvelce tanışmamış okurlar için Son Aydınlık Yaz iyi bir başlangıç olabilir.

Doris Lessing’in kitabı Son Aydınlık Yaz raflarda yerini aldı. “Yaz tatilinde yanınızdan ayırmamanız gereken kitaplar” listesine çoktan girmiş midir bilinmez, ama aslında 1973 tarihli olan ve Türkçede yayınlanması bu yaza rastlamış bu kitabı okumaya karar vermek için ilk sayfalarına göz atmak yeterli. “Ah bu korkunç!” dediğimiz kamusal felaketlerin giderek birer klişeye dönüştüğünden, bu arada kişisel felaketlerin nasıl da önemsiz görülüp geçiştirildiğinden söz eden Lessing sanki burada, yanı başımızda gibidir. Ama bir kitaba, bir yaza, bir yazıya karamsarlıkla başlamak kabul edilemez. Böyle zamanlarda elimizden tutacak, uzun yürüyüşlerde bize sakin bir bilgelikle eşlik edecek yazarlara ihtiyacımız var. İşte bu ihtiyaçla, yaklaşık üç sene önce 88 yaşında hayatını kaybeden modern İngiliz edebiyatının Nobel ödüllü büyükannesi Doris Lessing’i bir kez daha hatırlamanın tam zamanıdır.


Lessing’le evvelce tanışmamış okurlar için Son Aydınlık Yaz iyi bir başlangıç olabilir. Lessing’in sadık okurları ise bu romanda yazarın başyapıtı olarak değerlendirilen romanı Altın Defter’den tatlar bulabilirler. Altın Defter’in kendisinden izler taşıyan kahramanı Anna Wulf yaşadığı siyasal ve kişisel hayal kırıklıkları, kadın erkek ilişkilerinde sorunlar ve yeni eserler verme konusunda sıkıntılar yaşamaktadır. Delirmemek için yazmayı seçer ve yaşadığı ruhsal çöküntüyü, benliğinin her bir bölümünü temsil eden dört deftere kaydeder. Anna karakterinin yazarından izler taşıması, Doris Lessing’in kişisel hayat hikâyesinde karşımıza çıkan kadınların deneyiminin kişisel ve sosyal alan arasında bıçak sırtı bir hat üzerinde gerçekleştiği gerçeğini gözler önüne serer. Son Aydınlık Yaz’da bu arafta olmak hali hikâyenin temel hattını oluşturur. Lessing bu vurguyu artırmak istermiş gibi, bizleri kahramanı Kate’le daha romanın başında, evinin arka bahçesine bakan mutfak kapısının eşiğinde tanıştırır. Kate kahve hazırlamak için çaydanlıktaki suyun ısınmasını beklerken, ince bir sezgiyle tüm hayatının değişmekte olduğunu düşünmektedir.

 

İçsel yolculuğun durakları

 

Tüm aile bireyleri yaz için planlar yapmıştır ve kısa süre içinde dünyanın farklı yerlerine gitmek üzere evden ayrılacaklardır. Kate ise kocasının eşi ve çocuklarının annesi olarak konumuna uygun bir tutum belirlemeye çalışmaktadır. O güne kadar her şeyi planlayan, düzenleyen, evdeki herkesin bakımını üstlenen Kate Brown her zamanki bakımlı, zarif ve güzel görünümü içinde konuklarına kahve servisi yaparken aklından bunlar geçer. Bir dizi rastlantı sonucunda Kate kendisini Küresel Gıda isimli uluslararası bir kuruluşun düzenlediği bir dizi konferansın içinde bulacaktır. Dışarıdan bakıldığında başarılı bir nörolog olan kocası Michael ve dört çocuğuyla ideal bir orta sınıf ailesine sahip olan Kate bir hapishaneye dönüşen yaşamının dışına, tıpkı evinin arka bahçesinin eşiğinden atlar gibi çıkarak hiç planlamadığı bir yaz geçirecektir.


Küresel Gıda’da tercüman olarak çalıştığı aylar içinde başarılı çalışmalarıyla hızlıca bir kariyer ve hatırı sayılır bir para elde eden Kate, kısa zamanda konferans katılımcılarının ihtiyaçlarını karşılayan bir anneye dönüşse de evinden bir süreliğine ayrılarak bulunduğu iş çevresinde üstendiği bu rol onu pek de rahatsız etmez. Yeni işi sayesinde dünyanın farklı yerlerinden insanlarla girdiği ilişkiler ve bildiği diller arasında yaptığı çeviriler Kate için benliğini keşfettiği bir maceraya dönüşmüştür. Böylece Londra’daki görevi sona erdiğinde yeni bir teklif üzerine İstanbul’da yapılacak bir konferansta çalışmak üzere Türkiye’ye gider. İstanbul tüm turist rehberlerinde anlatıldığı gibidir: “Efsane, gizem, aşk dolu bir şehir.” Dilin ve şehrin buğusunun altında, davetkâr bir çağrıyla parıldayan, hiç bilmediği bir dünya vardır. Havaalanından otellere, otellerden havaalanına taşınan uluslararası kafilenin bir üyesi olarak Kate bu gizemin peşine düşmek için şehir turlarına katılır. Tam da kendinden beklendiği gibi Türk restoranlarında lezzetli yemekler yiyip, gece kulüplerinde göbek dansçılarını izler, bir iki cami ve kilise gezer. Fakat tüm klişeleri doğrulamak ister gibi görünen İstanbul, bundan fazlasını keşfetmek isteyen yalnız bir kadın için pek de uygun bir yer değildir.


Lessing kahramanı Kate’in içsel yolculuğundaki durakların her bir aşamasını romanın ayrı bir bölümü olarak kurgulamıştır. Bu biçim, Altın Defter’deki defterlerin temsil ettiği benlik alanlarına karşılık gelen bölümleri anımsatmaktadır. Son Aydınlık Yaz’daki bölümlerse adeta bir travmayla yüzleşmenin aşamalarını hatırlatmaktadır. Psikanalize, özellikle de Jung’a olan ilgisi bilinen Lessing böylesi bir yüzleşmenin analitik süreçlerini edebi bir kurgu yoluyla aktarmaktadır. Jung etkisi özellikle Kate’in roman boyunca anlatısına paralel olarak tekrarlayan rüyalarında karşımıza çıkmaktadır. Kate Brown gelecekte karşılaşmaya hazırlandığı işe yaramazlık duygusuyla erken karşılaşmıştır; gerçekte kim olduğu ve eğer o güne kadar her hangi bir seçim yapmışsa hangi seçimlerin sonucu olan bir hayatı yaşadığı sorularını yanıtlama zorunluluğuyla baş başadır. Yaz boyunca bir odadan bile yoksun kalmıştır; “derisi yüzülen bir hayvanmış gibi hissetmektedir.” Kate’in Londra’da geçirdiği günleri anlatan satırlar, Virginia Wolf’u haklı çıkarırcasına Britanya’da bir kadının özgür olabilmesi için kendine ait bir oda ve belirli bir miktar paraya sahip olmasının ne kadar gerekli olduğunu bir kez daha gösterir.


Son Aydınlık Yaz’ın sonunda bizleri soğuk mevsimin başlangıcına inanmaya çağıran bir başka kadını, Doris Lessing’in de doğum yeri olan İran’ın en büyük kadın şairlerden Fürug Ferruhzad’ı anımsamamak olmaz:

İnanalım soğuk mevsimin başlangıcına

ve bu benim
yalnız bir kadın
soğuk bir mevsimin eşiğinde,
yeryüzünün kirlenmiş varlığını anlamanın başlangıcında (…)”

 

 

 


 


Görsel: Mete Kaplan Eker

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.