Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

“Doğuştan romancı”



Toplam oy: 467
Mahmut Yesari
Çolpan Yayıncılık
Popüler türde eserler vermesine rağmen sosyal adaletsizliğe yaptığı vurguyla farklılaşan Yesari, “popüler romanı edebi romana bağlayan halkalardan biri”dir.

Mahmut Yesari, edebiyatımızın en üretken yazarlarından birisiydi. Kısa ömrüne sığdırdığı on dokuz roman, iki hikaye kitabı ve çok sayıda tiyatro oyunuyla yaşadığı döneme damgasını vurmuştu. Ancak ne yazık ki zaman her şeyi unutturabiliyor; Mahmut Yesari de pek çok meslektaşının akibetine uğradı ve hafızalardan silinip gitti...


Oysa hayata şanslı başlamıştı 1895 İstanbul doğumlu Mahmut Yesari (Yesârîzade Mahmut Esat Hayrullah); köklü ve varlıklı bir ailenin çocuğuydu. İyi bir eğitim aldı. Resme yeteneği ile dikkat çekince Sanayi-i Nefise Mektebi’ne gönderildi. Devletin eğitim için Avrupa’ya göndereceği gençler arasındaydı ama I. Dünya Savaşı bütün planları değiştirdi. Okuldan ayrılan Mahmut Yesari, gönüllü olarak askere yazıldı ve Çanakkale Savaşı’na katıldı. İstanbul’a döndüğünde bir süre karikatür sanatıyla uğraştı ama asıl niyeti tiyatro oyunları yazmaktı. Sonunda amacına ulaştı, Tufan adlı oyunu sahnelendi. Roman yazmaya da başlamıştı. İlk romanı Bir Namus Meselesi, Reşat Nuri Güntekin ile birlikte çıkardıkları Kelebek dergisinde tefrika edildi. 1925 yılında yazdığı Çoban Yıldızı, ilk basılı romanı oldu. Geçimini sadece yazarak sağlamayı tercih etmişti, ancak telif ücretlerinin çok düşük olduğu bu yıllarda -çok fazla üretmesine ve ürettiği kitapları çok satmasına rağmen- maddi zorluklar içinde yaşadı. Bunda sürdürdüğü bohem hayatının da rolü vardı. Sonunda tüberküloza yakalandı ve 1945 yılında Yakacık Sanatoryumu’nda hayata veda etti.

 

 

Yesari’nin karamsar bakışı


Roman kahramanı Macit, otuzlu yaşlarında, iyi bir işi olan, eğlenmeyi seven yakışıklı bir adam. Köklü bir aileye mensup olması nedeniyle çevresinde mirasyedi olarak görülüyor. Ancak Macit’in parlak dış görünümü ile paramparça olmuş iç dünyası tam bir tezat teşkil ediyor. Ailesi eski parlak günlerini çoktan geride bırakmış. Macit nicedir ailesi ile görüşmüyor. Üstelik işinden de ayrılmış. Cebindeki son paraları harcadığının kimse farkında değil. Macit ise hiçbir şeye aldırış etmiyor. Zira hayatına son vermek niyetinde. Bunun nedeni, sevgilisi tarafından terk edilmiş olması. Dertlerini içkiyle boğduğu bu son gecesinde kız kardeşi Müzehher’den bir mektup ulaşır eline. Kardeşi babalarının ölüm döşeğinde olduğunu, Macit’i son bir kez görmek istediğini, kendilerinin korku içinde olduklarını yazmıştır mektubunda. Macit çok sarhoş olduğu için ertesi gün eve gidemez. Kendine gelip babaevinin kapısını çaldığındaysa çok geç kalmıştır; babası ölmüş ve defnedilmiştir. Macit kardeşlerine sahip çıkmaya çalışır ama işinden ayrıldığı için o da beş parasızdır. Sonuçta evdeki eşyaları haraç mezat satarak başka bir semte, daha küçük bir eve taşınırlar. Ne var ki düşenin dostu olmaz. Hiç kimseden yardım görmeyen Macit ve kardeşleri kısa sürede sefaletin içine düşecektir...


Tipi Dindi bir çöküş hikayesi. Çöküşün nedeni önce yoksulluk, sonra dayanışma yoksunluğu. Yesari, çok erken bir dönemde toplumsal çözülmenin farkına varmış görünüyor. Eski mahalle dayanışması, yoksullara yardım etme ahlakı artık ortadan kalmış, “her koyun kendi bacağından asılmaya” başlamıştır. En kötüsü de, diğerlerinin asılan koyundan bir parça koparacak denli alçaklaşmasıdır. Sonuçta Macit ve kardeşleri adaletsiz bir düzenin ve acımasız bir toplumun kurbanlarıdır.


Mahmut Yesari, yaşadığı dönemin okuyucu taleplerine hitap eden pek çok aşk romanı yazmıştı. Ancak aynı kulvarda ürün veren meslektaşlarının aksine “mutlu son”lara meyletmedi. Aşka yer vermediği Tipi Dindi ve -bana göre en iyi eseri- Ölünün Gözleri romanlarında yoksulluğun yarattığı dramlar öne çıkar. Yesari’nin karamsar bakışının altında sosyal adaletsizliği gören ve göstermek isteyen bir yazarlık tavrı yatar. Aşk romanlarında bile sosyal adaletsizlik bir “leitmotiv” olarak daima hikayenin içindedir. Diğer bir deyişle; popüler türde eserler vermesine rağmen sosyal adaletsizliğe yaptığı vurguyla farklılaşan, biçimsel olarak da arayış içinde olan Yesari, “popüler romanı edebi romana bağlayan halkalardan biri”dir.


Dönemin klasik anlatım kalıplarının dışına çıkan bir tarzı var Yesari’nin. Hikayenin akışına paralel olarak roman kahramanının iç dünyasını da vermeye çalışıyor. Bilinç akışına yaklaşan iç monologlar kullanmış. Belki çok başarılı sayılmaz; biraz savruk, bazen de “tirad”a dönüşüyor. Buna rağmen, bir ana akımın üslubuna bir şerh düşmek anlamında önemli. Mahmut Yesârî’nin ölümü üzerine bir yazı kaleme alan Refik Halit Karay, çok iyi özetlemiş: “Rahmetli Mahmut Yesârî, neslinin içinde tek ‘doğuştan romancı’ idi; içinden geleni geldiği gibi yazardı. ‘Şöyle bir cümle kursam hoş düşer, şurasını şöyle yapsam başka tesir eder’ demez, tabiilikten ayrılmağa lüzum görmezdi. Bu itibarla romanlarında ne ‘elit’i kendisine çekmeye çalışan Yakup Kadri’ye, ne de orta sınıftan taraftar bulmak gayreti sezilen Reşat Nuri’ye benzerdi. (...) Mahmut Yesârî, farkında bile olmayarak devrin peşisıra giden, yenileşen bir romancıydı.”


Neredeyse 70 yıl önce yazılmış Tipi Dindi, belki “büyük” bir roman değil ama edebiyat tarihi açısından önemli. Mahmut Yesari de öyle.

 

 

 


 

 

 

Görsel: Seda Mit

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.