Sanatçı sıradan faniden farklı bir insan türüdür. Aynı olayların içinden geçsek, aynı zamanı ve mekanı paylaşsak bile, o, benim göremediğimi görür, görmekle kalmaz sözcüklere döker, resmini çizer, müziğini besteler, sahnede yeniden canlandırır. Kimi zaman bir kâhin gibidir; olmakta olanın sıradan insanın farkedemediği detaylarını ve boyutlarını eserine yansıttığında, bizim belki de yıllar sonra farkına varabileceğimiz bir gerçeklik resmi çizmektedir. Bu yüzden kimi sanatçıların değerleri ve önemleri yaşadıkları zamanda yeterince bilinmez. Sanatçı ile eseri dolayımıyla bir ilişki kurarız, ister istemez eserinden algıladıklarımız ile onu kurgulamaya başlarız. Emine Sevgi Özdamar'ı yaşamıma güçlü bir şekilde dahil eden ilk kitap Ece Ayhan ile mektuplaşmalarını ve anılarını aktaran “Kendi Kendinin Terzisi Bir Kambur” idi. Bu kitabı yayına hazırlayan Gültekin Emre'ye ne kadar teşekkür etsek azdır. Bir yandan Ece Ayhan gibi edebiyatımızın şahikalarından birisini daha yakından tanırken, öte yandan belki uzaklarda olduğu için bu topraklarda değeri yeterince bilinmeyen E. Sevgi Özdamar mucizesi ile tanıştırır bizi.
Özdamar'ın “Haliçli Köprü” kitabı Almanca yazılmış, 2004'te Almanya'nın en prestijli edebiyat ödüllerinden Heinrich von Kleist ödülüne lâyık görülmüş. 2008'de İlknur Özdemir'in harika çevirisi ile Türkçe'de boy göstermiş. Bizi anlatan bizden birisi olduğu, çeviri de başarılı olduğu için sık sık bir çeviri kitap okuduğunu unutuyor, herhalde Özdamar da Türkçe yazsa böyle yazardı diye düşünüyor insan.
Müthiş bir otobiyografik roman bu. Kitaba bir önsöz yazan John Berger'in vurguladığı gibi Özdamar “sabaha kadar masal anlatan, karşı konulmaz bir anlatıcı.” Anlatısı müthiş bir tempo ile başlıyor ve sayfalar ilerledikçe ne zaman yorulacağını, anlatının ne zaman bir ara vereceğini, kurulaşacağını, can sıkacağını beklemeye başlıyorsunuz ister istemez. Roman gibi oylumlu bir anlatı sanatında tempoyu hiç düşürmeden, özgün bir üslubu oturtarak adeta maratonu yüz metre temposu ile koşmak çok zordur. “Haliçli Köprü” ise sizi peşinden nefes nefese koşturacak bir anlatı. Üstelik sanatçının dünyayla kurduğu ilişkinin farklılığının bir belgeseli niteliğinde. Türkiye'nin yakın tarihinin, 60'lı ve 70'li yılların gündelik hayatının, sanatçı çevresinin, Almanya'daki Türkiyeli işçilerin, 1968'in, 12 Mart'ın paha biçilmez bir belgeseli niteliğinde ama edebi, büyülü bir belgesel. İnsana ister istemez Marquez'lerin büyülü gerçekçiliğini anımsatıyor. “Haliçli Köprü”nün insanları belki de Marquez'in insanlarından daha gerçek ama en az onlar kadar büyülü. Ve yine insan ister istemez büyünün insanlarda mı yoksa onlara bakan gözde mi olduğunu düşünmeden edemiyor. Özdamar'ın büyülü algısı ve bakışı, edebiyatımızda şimdiye kadar benzeri görülmemiş bir tablo yaratıyor.
Romanımızın kahramanı tiyatrocu olmak isteyen bir genç kızdır. Okulunu bırakır ve tiyatrocu olmak için 1966 yılında Almanya'ya işçi olarak gitmeye karar verir:
“Okulu bırakmak zorunda kaldım. Annem ağladı. “Şimdi sana Shakespeare'in ya da Moliere'in yararı olacak mı? Tiyatro hayatını mahvetti.” “Tiyatro benim hayatım, hayatım kendi kendini nasıl mahveder ki? Jerry Lewis de liseyi bitirmemiş, ama onu seviyorsun anne. Harold Pinter de tiyatro yüzünden okulunu bırakmış.” “Ama onlar Jerry Lewis ve Harold Pinter.” “Ben tiyatro okuluna gideceğim.” “Başaramazsan mutsuz olursun. Açlıktan ölürsün. Okulunu bitir, yoksa baban sana para vermez. Avukat olabilirsin istersen, konuşmayı seviyorsun. Avukatlar da oyuncular gibidir, ama açlıktan ölmezler, ne dersin? Liseyi bitir.”
“Adi olmayan cinsten bir ruhum,” diye yanıtladım onu.
“Sen beni eşek yerine koyuyorsun ve korkutmak istiyorsun, sanki can düşmanınım senin, eziyet edip beni öldürmek istiyorsun Belki suç bende, ama ben senin annenim, sabrım taşmak üzere benim.”
Ağladı. Yanıtım şöyle oldu: “Alaycılığınızı, küçümsemenizi gözyaşlarınızın altına saklayın bakalım.”
“Kızım, korkunç asisin, üstelik çok gençsin.”
“Hayır, hayır anne, güvenemem yapamam.
Nefret edilesi yüzlerinize artık bakamam,
Sizin dövüşmeyi bilen elleriniz varsa,
Benim de iyi koşan uzun bacaklarım var!”
Ve iyi koşan uzun bacaklar Berlin'e kadar koşarlar. Romanın ilk yarısı 1960'ların ikinci yarısında Batı'nın hikâyesidir, yani göçmen işçilerin, 1968'in, cinsel özgürlük rüzgârlarının, kimilerine göre devrim'in sonunun, kimilerine göre ise devrim'in gerçek başlangıcının. Kızların elmasları vardır, elmaslarını gezdirirler, ve ondan kurtulmak isterler. “Komünist yurt müdürümüzün Ataman adında yakın bir arkadaşı vardı. Biz otobüsten inerken karda kayıp düşmeyelim diye bize elini uzatırdı, biz kıkır güler, ama onun elini tutmazdık. O zaman o da güler, “Elmaslarınız mı kaybolur elinizi verseniz, ha?” Elmaslar, elmaslar, kızlar, elmaslarınızı verin!” derdi.
İkinci bölümde Doğu'ya, İstanbul'a döneriz yüzümüzü. Almanca öğrenmiş, Avrupa'yı görmüş, elmasını vermiş bir genç kız rehberlik eder bize. 1968 rüzgârı Türkiye'de de esmektedir. Güneydoğu sınırındaki yoksullara yardım etmek için çıktığı yolculukta kadınlar “Avrupa görmüş” bir kızın vücudu nasıl oluru merak edip onu hamama davet ederler. Onat Kutlar'ın Sinematek'inde tiyatro okulunu bulur, rıhtımdaki Kaptan'ın meyhanesi Sinametek sonrasında şairlerin, entelektüellerin, solcuların buluştuğu mekândır. Boğazdan meyhaneyi adeta sıyırarak geçen vapurların kaptanlarına kadeh kaldırılır. Sürrealist bir gençlik grubu bile vardır, çarşaflara sarınarak otururlar ve sürrealist metinleri okurlar, annelerinden çarşafları kirlettikleri için fırça yerler; sigara Sosyalistler için olmazsa olmazdır.
TİP'in meclise girişi, islamcıların solculara saldırdığı Kanlı Pazar, sol hareketin bölünüşü ve değişik gruplaşmaların ortaya çıkışı, 12 Mart, tabii ki gözaltılar, işkenceler, Deniz Gezmiş. Vedat Demicioğlu'nun ölümü üzerine üniversite koridoruna yatıp ağlayan Deniz'in koridoru ıslatan gözyaşları... Amerikalı askerleri kaçıran ama onlara kıyamayan Deniz, Hüseyin... İyilerin ve kötülerin mücadelesi.
Tiyatrocu, oyuncu, edebiyatçı Sevgi Özdamar'la daha önce tanışmadı iseniz, bir an önce tanışın, her satırda tepeden tırnağa büyük bir sanatçıyı, çok özel bir insanı, gerçek bir radikali hissedeceksiniz. O, bu dünyaya yanlışlıkla düşmüş bir melek olmalı.
Eleştiri
Eleştiri
Yorumlar
Yorum Gönder
Diğer Eleştiri Yazıları
Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.
Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.
Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.
Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.
Yeni yorum gönder