Öykünün bir tür olarak okur üzerinde bırakmasını hayal ettiğim bir etki var. Her okuduğum öyküde izini sürdüğüm, bulunca da ferahladığım bir şey bu. Edebiyat terimleriyle açıklayamayacağım, ki edebi zekamın zaten yetmeyeceği, ancak sezgisel olarak bilebileceğim, bir nevi kokusunu alacağım, o vakit bir okur olarak o öyküyü bir daha kolay kolay unutmayacağım bir şey. Bazı yazarlar var ki, bu tarif edemediğim neredeyse sihirli etki öykülerinde daha ilk satırdan hissettiriyor kendini. Behçet Çelik onlardan biri.
Yeni bir öykü seçkisi yayımlandı Behçet Çelik’in. On dört öyküden oluşuyor Yolun Gölgesi... Behçet Çelik okurunu sevindirecek, daha önce hiç Behçet Çelik okumamış okuru ise yazarın diğer kitaplarına götürecek nitelikte on dört öykü.
Çelik’in öyküleri bizi gündeliğin dünyasından gündeliğin alet edevatıyla yakalayıp başka bir yere taşıyor; burası düşünmenin, tartmanın yeri. Hayatın sıradan olayları arasında normalde üzerinden atlayıp geçtiğimiz bir şeyi tespit edip, yerde tuhaf bir böcek görmüş çocuk merakıyla durup ona bakmaya zaman ayırıyor Çelik ve bizi de bütün acelemize ve vakitsizliğimize rağmen orada tutmayı başarıyor, o şeye karşı onun gibi bir merak beslememizi sağlıyor. Bunu parıldayan, gözü alan, görkemli hikayelerle de yapmıyor üstelik; bilakis anlattığı şeyin ilginçliği, orijinalliği, yazarın okuru alıp maceradan maceraya sürüklemesi, günümüz okurunun kitaptan neredeyse tek beklentisi olan “hiç sıkmaması”, “keyifli bir okuma vaat etmesi” gibi okur motivasyonları bütün anlamını yitiriyor. Çünkü Çelik bize “çok ilginç” hikayeler anlatmak için değil, “manşetin gölgesi”nde kalmış, hak ettiği ilgiyi görememiş, anlatılmamış, anlatılamamış, burun kıvrılmış, göz devrilmiş duyguları ve fikirleri –bir yazar olarak safi motivasyonu bu olmasa da– hatırlatmak için yazıyor. Anlattığı her ne olursa olsun, onun ardında hep başka bir dip akıntısı ilerliyor; onunla bir kez temas kurunca mevcut hikayenin yanı sıra ikinci bir görünmez hikaye okurun gözleri önünde beliriveriyor. Gündelik olanın ardında biteviye felsefenin kavramları geziniyor. Onun öyküleri hiçbir şeyin içindeki her şeyi bulmaya uğraşıyor. Bunu yaparken ışıltılı, ağdalı cümleler kurmaya çalışmıyor, sade olanın zenginliğine inanıyor, inanmakla kalmıyor ona ulaşıyor da.
Zihni bulutlu karakterler
Bir öykü kitabı okurken okur refleksimiz kuşkusuz bu hikayeleri bir çatı altında toplayan fikri arıyor; bir tema, bu metinleri bize peş peşe okuturken takip edeceğimiz ve o zaman her şeyi daha başka bir anlama kavuşturacak bir patika... Yolun Gölgesi’nde bir araya gelen öykülerin güçlü bir kan bağı var. İlk öyküden son öyküye kadar yolunuzu kaybetmeden ilerliyor ve aynı yere farklı sokaklardan varıyorsunuz.
Öykülerin ortak noktalarından biri güncel olmaları; yani bugünün, şimdinin dertleriyle hemhal olmaları: Her bir hikaye bugünün –kentli ya da taşralı– insanının hayatından besleniyor. Özellikle siyasetin belirlediği, belirlemenin ötesinde bir ağacı yontar gibi yonttuğu hayatlar bunlar. Bu hayatların kazanında kaynayan varoluşsal kederler, çözümsüzlükler, çıkmazlar, açmazlar neredeyse bütün öykülerde ana motivasyonu oluşturuyor. Bu haliyle Çelik’in içinde yaşadığı günün farkında olan yazar sesi sık sık duyulur oluyor, bir yazardan ziyade bir insan olarak taşıdığı dert, yan yana getirdiği her bir öykünün zeminini dolduruyor. Hikayeler o zeminden yükseliyor, hangi yöne büyürse büyüsün, bu dert kitabın her cümlesinde, bazen alenen bazen gizliden kendini hissettiriyor.
Öykülerin bir başka ortak yanı da öykü kişilerinin içine doğdukları hikayelerde başka insanlarla yan yana dahi olsalar, aslında yalnız –çoğu kez yapayalnız– insanlar olarak düşünülmüş ve tasarlanmış olmaları... Buhranlı, ekseriyetle çaresiz, bir şeylerin kıyısına gelmiş, yer yer iki arada bir derede kalmış, kafasının içinde çokça tilki dolanan, zihni bulutlu karakterler… Bu açıdan kitap, zengin bir iç döküş, zihinsel gelgit, varoluşsal sayıklama, kendi kendine düşünme/taşınma/konuşma eylemi barındırıyor. Metin sık sık kurmaca karakterlerin zihinlerinin içine giriyor, böylece bizi okur olarak onların hayatının gerçek bir şahidine dönüştürüyor. Behçet Çelik’in kurmaca ama sahici karakterleri onun dil maharetiyle iyice ete kemiğe bürünüyor, ağızlarından çıkan –ya da zihinlerinden geçen– bir cümle olsun büyüyü bozmuyor.
Tam da burada özellikle öykülerin özenli dilinden de söz etmeli: Çelik, ince ince işlediği on dört metinde insanın içini bir sürü güçlü duyguyla dolduruyor, öykü türüne duyduğum alakadan bir kez daha emin oluyorum sayesinde. Kitaptaki her bir öykü birkaç sayfada okuru avucunun içine alıp, sarsıp bırakıyor ve fakat bunu didaktik bir üslupla değil, tersine okura kendi düşüncesini yeşertecek bir boşluk, bir özgürlük sağlayarak yapıyor: “Yolda olmak sarsıntılıdır, yanımızda yöremizdeki –hatta içimizdeki– her şey bir daha asla yerine oturmayacakmış hissi vererek sallanır, sarsılır”. “Onun sözleriyse dumanların, barutların, yıkılan duvarların, yere inen binaların tozu toprağı içinde kalıyordu, bunların arasından zar zor birkaçını seçebiliyordum, onlardan da kan sızıyordu, sızdığı yerde katılaşıyor, günlerce kalıyor, kuruyordu sokakta bekleyen bedenlerin üzerinde, hep beraber çürüyorduk”. “Gelirken göğe hiç bakmadığımı fark ettim, gökten ne geleceği belli değil, silme yıldız doluymuş meğer. İçlerinden biri pır pır edip kaydı. İşaret fişeği değildi, emindim bundan, bütün bir şehir bellemiştik neyin ne olduğunu. Dilek tuttum çocuklar gibi. Dileğim gerçekleşsin diye esaslısından bir de adak adadım. Hele bir olsun, günlerce girmeyeceğim eve, girmeyeceğiz.”
Yolun Gölgesi, içinde dönenip durduğumuz çaresizlikten, kolektif ağrımızdan mürekkep bir kitap. Bugünün, şimdinin öyküleri bunlar… Behçet Çelik’in keskin yazar gözlerine, insanı anlamaya ve anlatmaya çalışırken yitirmediği sahiciliğine ve güzelim öykücü diline bir kez daha ikna oluyoruz.
Görsel: Seda Mit
Yeni yorum gönder