Balzac’ın karakterleriyle dolu bir salon düşünün. Goriot Baba kızlarının saadeti için çırpınıyor, kızlarıysa hiç oralı değil, Madame Vauquer’nin pansiyonerleri bir masanın etrafında oturmuş sohbet ediyorlar, ötede Felix ile Henriette uzun bir sessizliği paylaşıyorlar, Eugenie Grandet taşra sıkıntısını yanında getirmiş etrafı seyrediyor... Bildiğiniz tüm Balzac karakterlerini bu salonda bir yerlere oturtabilirsiniz, orası size kalmış. Bu salon, Balzac’ın da haklı isimlendirmesiyle “İnsanlık Komedyası”nın bir önizlemesi olacaktır. Belki de, Balzac tek ve uzun bir roman yazmaya çalışıyordu ya da “Büyük İnsanlık Ansiklopedisi”nin maddelerini dolduruyordu bir bir. Her halükarda insanlık hallerini, insan ilişkilerini ve bu ilişkileri belirleyen dinamikleri çok iyi gözlemlediğini ve tasvir ettiğini itiraf etmemiz gerekir.
Séraphita ise çok ayrıksı bir yerde duruyor. Onun için ayrı bir fasikül açardı Balzac herhalde. Zaten kendisi de söylüyor bunu: “Séraphita benim ustalık eserim olacaktır. Bir Goriot Baba her gün yazılabilir ama Séraphita gibi bir yapıt bir ömürde ancak bir kez ortaya çıkar.” 1835’te bitirdiği Séraphita’dan sonra, bugün çok daha meşhur olan kitaplarını kaleme aldı Balzac. Ama yine de hiçbiri, Norveç fiyordlarında geçen bu romanın felsefi derinliğine erişemiyor.
Norveç fiyordları demişken, Kuzey Denizi kıyılarının tasviriyle açılan kitap, sizi kitaplardaki uzun betimlemelerden sıkılıp yarıda bıraktığınız lise günlerinize götürebilir. Ancak biraz sabır lütfen; çünkü anlayacaksınız ki, olayların 1780 kışında ve Norveç’te geçmesinin haklı bir sebebi var. Balzac bizi İsveçli büyük mistik ve aynı zamanda bilim adamı Emanuel Swedenborg’la tanıştırmak istiyor. Bir çeşit Hıristiyan mistiği olan Swedenborg’un, bugün bile kendi adıyla anılan bir akımı ve takipçileri var. Onlarca teolojik kitabından en meşhuru olan Cennet ve Cehennem’den pasajlar, Séraphita’da yer yer arzı endam ediyor.
Ah bu ezeli problemler!
Bilirsiniz, pek meşhurdur, Hıristiyan teolojisi ortaçağlar boyunca meleklerin cinsiyetini tartışıp durmuştur. Balzac’ın meleği Séraphita ise, ona âşık olan köylü kızı Minna’nın gözünde yakışıklı bir erkek, eski asker Wilfrid’in gözündeyse çok güzel bir kadındır. İsterseniz androjeni diyelim, ister cinsiyetsizlik, bu meleksi varlığımız Séraphita/Séraphitus ne erkek ne kadındır.
Séraphita’nın Swedenborg’la bağlantısını ise, Minna’nın babası Rahip Becker’den öğreniyoruz: Swedenborg’un tilmizi olan Baron de Séraphitz, meleksi ruhlu kadınlardan biriyle evlenir. Bir çocukları olur, Rahip çocuğu vaftiz etmeye ve adını koymaya gittiğinde, Baron onu engeller. O gün, Swedenborg görünür. Çocuğun dünyada isimsiz kalacağını, asla yaşlanmayacağını söyler. Çocuğun hayatı mucizelerle geçer. On yaşındayken anne babasını kaybeder ama ağlamaz ve üzülmez. Neredeyse saydamdır, sürekli dua halindedir. Okuma yazma bilmemesine rağmen, bilgelikle doludur. Şimdiyse hem Minna hem de Wilfrid tarafından seviliyordur. Fakat Séraphita, ne Minna’nın ne de Wilfrid’in aşkına karşılık verir. O, ruh-beden dikotomisinde, neredeyse bedeni geçerek, pür ruh olmak sevdasındadır.
Tüm mistik öğretiler bu ayrımdan bahsettiği için, burada ilginç olan bir şey yok gibidir. Ancak romanın kırılma noktası, Rahip, Minna ve Wilfrid’in Séraphita’yı ziyarete gittikleri sahnedir. Tanrıya ve dine inanmayı çoktan bırakmış olan şüpheci Rahip, Séraphita’yı sorguya çeker. Felsefenin kadim soruları üzerine uzun bir tartışma başlar. Bugün bile, bu tartışmaların felsefe kitaplarında bu kadar sistemli ve sarih bir biçimde ifade edilişine rastlayamıyoruz. Spiritualizm- Materyalizm ayrımı için Séraphita, “Maneviyatçı nesiller de maddeyi inkar için, maddiyatçıların ruhu inkar için sarfettiğinden daha az boş gayret sarf etmediler,” diyerek, evrende maddi ve manevi olanın birlikte bulunduğunu, ancak ikisinin de kaynağının bir olduğunu söyler. Séraphita burada Yeni-Platoncu sudur teorisine ve “Bir” fikrine yakın şeyler söyler. Daha sonra, yine ortaçağlar felsefesinin büyük tartışması olan maddenin ezeliliğine geçerler. Birbiriyle ilişkili olarak, bu tartışma Tanrının iradesi problemine sıçrar. Bu da, yine felsefeyi çokça meşgul etmiş teodise problemine açılır: Tanrı mükemmelse ve dünyayı mükemmel bir şekilde yarattıysa, kötülük neden var? Ah bu ezeli problemler!
Balzac’ın bu tartışmalardan haberdar olması bir yana, meşhur Balzac üslubuyla bu meseleler üzerinde yazabiliyor olması, ağdalı diliyle, aslında sıkıcı olabilecek bu tartışmaları akıcı hale getiriyor olması. İşte müthiş olan bu!
Sevgili realist Balzac’ı şimdiye kadar tarihçiler ve sosyologlar sıkça anmıştı, demek, Séraphita ile şimdi sırada felsefeciler var. Séraphita’nın Rahip’le tartışmalarını bir yana bırakırsak, tek başına Séraphita karakteri, felsefe tarihindeki otodidakt hikayeler arasında yer alabilir gibi görünüyor. Doğu felsefesindeki, İbn Tufeyl’in Hayy bin Yakzan’ı ve İbn’ün Nefis’in Fazıl bin Natık’ı ile Séraphita arasındaki paralellikler hayret verici. Gerçi bırakalım bunu felsefeciler düşünsün ama, Balzac, kitabının ithafında “Doğu’nun göz kamaştırıcı şiiri”ni anarak bize ipucu veriyor.
Kitabın özenli ve yetkin çevirmeni İsmet Berkan, Séraphita için, “Benim bugüne kadar çevirdiğim en sıra dışı ve ilginç metin,” diyor. Biz Balzac okurları için de öyle.
Müthiş gözlem yeteneğine var bu adamın.. Ama benim hala unutamadığım kitabı Goriot Baba'dır ve o ne büyük bir romandır.. Bu güzel eleştiri için teşekkürler en kısa sürede bu kitabını okuyacağım.
Yeni yorum gönder