Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

“İstersen her yer, her şey kitap!”



Toplam oy: 292
Horst Blanck // Çev. Zehra Aksu Yılmazer
Alfa Yayıncılık
Blanck’ın Antikçağda Kitap adlı incelemesinden anladığımız kadarıyla bir tek suya yazı yazmamış, aklından geçenlerin kalıcı olmasıyla yanıp tutuşan insanoğlu.

“İstersen her yer, her şey kitap!” Böyle diyor Antikçağ. Artık kullanmaya epey alıştığımız bir nesne olarak kağıdın, hatta usul usul aktığı dijital ortamın dışında kitap, birçok malzemeyle yapılıyordu: taş, keten, hayvan derisi... Hatta ahşap ve bugünkü yordamından farklı biçimde ağaç kabuğuyla bile. Dağda ve çölde ne varsa. Horst Blanck’ın -Türkçede yakın bir zaman önce yeniden yayımlanan- Antikçağda Kitap adlı incelemesinden anladığımız kadarıyla bir tek suya yazı yazmamış, aklından geçenlerin kalıcı olmasıyla yanıp tutuşan insanoğlu.


Araştırmasının periferisini, Helenik dünyanın kapladığı topraklarca belirleyen Blanck, insanın bu arzusunu İsa’dan biraz sonrasına getirip bırakıyor. Skolastik eğilimin başına. Platon’un “yazı”nın sahtekarlığından sıklıkla dem vurduğu bu “konuşma” çağında, aslına bakılırsa entelektüel gücün varlığı ve bunun sonucu olan kitaplar bu uzam içerisinde oldukça belirgin. İnanmayacaksınız, bugünle karşılaştırılabilir düzeyde. Yazarıyla, editörüyle, kitapçı ve dağıtımcısıyla tam anlamıyla bir sektör. Buna inanacaksınız: kitabın dağıtımı bugünkü kadar, hatta daha fazla bir sorun!


Coğrafi ve teknik sorunlar bir yana, bu sorunların ana kaynaklarından birisi, bugünkünden farklı olarak kitapçıların çok satan metinlere yönelmesi. Blanck’tan okuduğumuza göre, özellikle Roma’da dizgiciler, Latince deyişle “diorthotes” ya da “corrector”ler, başka bir açıdan yarı editörler ve tam köleler. Çok şükür ki, bugünkü editörler biraz daha özgür! Yazı masasının işlevini bilmeyen çalışanlar, Blanck’ın ifadesiyle mesailerini “Türk oturuşu” içerisinde tamamlarlarmış. Bağdaş kurarak. Yazarlar ise çok varlıklı oldukları için telif almazlarmış (telif ödemesi, gerçekleşmesi için yüzyıllar sonrasını bekler). Bir Tacitus’un, bir Cicero’nun o denli mal varlığına sahipken telif peşine düşmesi, “kamu” tarafından muhtemelen hoş karşılanmazdı.


Alman araştırmacı Blanck alfabe, eğitim gibi başlıkları oluştururken, yine yazarların ve yayıncıların bugünküne benzeyen yordamlarla pazarlama stratejilerini nasıl geliştirdiklerinin altını çiziyor. Birkaç yöntemden bahsedelim: Ünlü bir yazara atıfla başlarsanız daha fazla dolaşımda kalırsınız ya da yayıncınızla okuma günleri yaparsınız veya –ister Hıristiyan olun ister Pagan– dini olgulara metinlerinizde yer verin.


Cep kitabın icadı da o günlere denk düşüyor. Küçücük kitabının başında, şaire ait şu yakarışa kulak verin: “Diğer kitaplarımı sandıklarınızda saklayın/ ama bu kitabım el kadar/ nereye seyahat etseniz sizinle gelir.” Yayıncılığın da ayrı gösterişi var Antikçağda: kitabınızın arkasında, rulo ya da kodeks (ahşap kitap) olarak yayımlayın, mührünüzü mutlaka en son sayfaya basın, bir tashihi varsa toplatıp düzeltin. Ayrıca kesinlikle kitap hırsızlarına dikkat edin.

 

 

“Bol miktarda kitap satın alan görgüsüz”


Kitapçılar, kütüphaneler (bibliotekler), sahaflar ve bugünkü anlamından farklı yazı atölyeleri, kentlerin en gözde mekanlarını tutuyor bu dönemde. İnşalarına farklı bir özen gösteriliyor. Evlerdeki kitaplıklar, içtenlikle söylemek gerekirse, özendirici. Fenikelilerden aldıkları alfabeyi geliştiren Roma ve Yunan kaligrafileri, tipografileri göz alıcı. Yan yana konulmuş ahşap ciltlere ait sırtların cazibesini düşünün. Bir başka çalışma olan Necib Asım’ın Kitap’ından bir alıntı yapacak olursak, “Kitap meraklıları iki sınıfa taksim olunur ki bunlardan birincisi ‘muhibbân-ı kütüp’ ve diğeri ‘mecânîn-i kütüp’dür.” Kitap sevicilerle, “ya kebikeç” deyip onun uğruna ölümü göze alanlar. Bibliyofiller ve bibliyomani hastalığına tutulanlar. Halihazırda, papirüs rulosu anlamına gelen “byblos” kelimesi de Yunancadan. Bir bakıma, bu hastalıklar da o döneme dayanıyor. Hastalıklar bugün olduğu gibi hoş görülür ancak salt zengin ve entelektüel görünümlü olmak için insanların kütüphane kurmaları ayıplanırdı. Bu anlamsız iştahın nedenlerine katlanamayıp “artık yeter” diyen Lukianos, “Bol miktarda kitap satın alan görgüsüz üzerine” biçiminde bir başlık atıp had bildiren bir yazı yazmış!


Bu dönemden gelen haberlerden birisi yazarların cezalandırılması, kitapların toplanıp yakılması. Cremutius Cordus, kitabına Son Romalılar başlığını atıp Brütüs’ü eleştirince kitapları toplanmış, yakılmış ve kendisi de cezalandırılmış. Handiyse, güçlerin el değiştirmesinin cezasını kitaplar çekerdi. İbranioğulları uyguladıkları kötücül kararların karşılığını, birkaç nesil sonra İbranicenin ve bu dildeki yapıtların sansürlenmesiyle ya da büsbütün yasaklanmasıyla almışlar. Bir başka geniş zaman diliminde ise Romalılar, Hıristiyanların ilk metinlerini ortadan kaldırmışlar. Ardından Hıristiyanlar Paganların yapıtlarını. “Böyle gelmiş böyle gider,” demeyelim, olmasın bunlar, çünkü söz uçar yazı kalır.


Horst Blanck etkileyici biçimde yazılı kültürün ilk dokümanlarının dizgesini okura sunarken, ben Platon’a masum bir soru yöneltmek isterim: Sevgiye ve saygıya değer Platon, felsefe tarihi sizin sözlerinize düşülmüş bir dipnot, bunu kabul etmemek elde değil. Ancak Yunan yazıcılarına “şarlatan” deyip sözlü kültürü yüceltiyorsunuz, bir bildiğiniz vardır ama eğer insanoğlu yazıyı hayatında etkin kılmaya çalışmasaydı, Homeros, İskender’in yastığının altından 21. yüzyıldaki dünyanın herhangi bir yerindeki okuma yazma bilen bir çiftçinin kütüphanesinin envanterine nasıl dahil olurdu?

 

 

 


 

 

 

Görsel: Muhammed Ali Üzen

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.