Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

“Varlık ve Olay” – “Dünyaların Mantıkları”



Toplam oy: 1041

Alain Badiou’nun İngilizce çevirisi 2007’de çıkan yapıtı Varlık ve Olay’ın (Being and event, Continuum Publisher), sabırsızlıkla beklenen II. Cildi Dünyaların Mantıkları (Logics of worlds, Continuum, 2009) da yayımlandı.


600 sayfayı aşan “DM” da 526 sayfalık “VO” gibi ilk anda insanı korkutan bir yapıt. Ben VO okumaya başladığımda 15. sayfada kaçmayı düşünüyordum. Ellinci sayfaya geldiğimdeyse artık bitirmek zorunda olduğum bir yapıtla, hatta başyapıtla karşı karşıya olduğumu biliyordum. İlk anda anlaşılmaz gibi görünen savların, biriktikçe birbirine bağlanarak anlam kazandığı, okundukça anlaşılabilirliği artan bir yapıt VO.


VO, savlarını sıfır noktasından, varlığın durumuna ilişkin “Bir midir? Değil midir? (one is, or isn’t) gibi ilk anda karanlık bir soruyla sunmaya başlıyor. Biraz sonra da sizi, dünyayı anlamakta, anlamlandırmakta ve davranmakta, iki farklı yola gidecek olan bir kavşakta durduğunuzun ayırdına vardırıyor. “Bir dir” derseniz, tanrı kavramından geçerek siyasette totaliterliğe kadar ulaşan bir yolda buluyorsunuz kendinizi. Eğer “bir değildir” derseniz, çoklukların mutlak çokluğuyla, sonsuz olasılılıklarla karşılaşıyor, demokratik hatta kapitalizme alternatif bir düzene açılma olasılığını içeren bir yolu seçmiş oluyorsunuz.


Böyle başlayan okuma serüveni, biraz sonra, savlarını sunuştaki sistematiği, iç tutarlılığı, kapsadığı konuların genişliği ve iddiaları açısından Kant’ın üç eleştirisi, Hegel’in Ruhun fenomenolojisi, Marx’ın Das Kapital’i, Heidegger’in Varlık ve Zaman yapıtları düzeyinde bir çalışmayla karşı karşıya olduğunuza düşündürmeye başlıyor.

Gerçekten de Badiou’nun bu iki yapıtı, Darrida’nın dil oyunları, Deleuze ve Guttari’nin oradan oraya sıçrarken başınızı döndüren “rhizomatic” stilinden çok farklı bir akıcılığa ve berraklığa sahip. Badiou’nun, post modern yazarların içinde yaşadığımız dil hapishanesinden,  bedenlerden başka bir şey yoktur savlarına karşı olduğunu da görüyoruz. Bu yazarların, evrensel hakikat kavramını yadsıyarak, düşünsel dünyamızı, felsefenin öldüğüne ilişkin bir saptamadan hareketle bir taraftan beden politiği bağlamında, antropolojiyle, kültürel çalışmalarla, diğer taraftan, “dil hapishanesi” bağlamında, edebiyat çalışmalarıyla, dilbilimle,  retorikle sınırlayan (hapsetmelerine) “rölativizmine” karşılık, Badiou evet yalnızca diller ve bedenler vardır, ama hakikatler de vardır, saptamasıyla cevap veriyor…

Badiou felsefenin ölmediğini ve otonomisini yeniden kazanmak zorunda olduğunu savunuyor ve gösteriyor. Felsefe, “kendi koşullarından” hareketle hakikatlerin anlaşılmasına katkıda bulunacak bir disiplindir diyor Badiou. Felsefe, siyaset, sanat, bilim, aşk gibi insanlığın dört durumunu kendi varlık koşulu olarak almalı, bu alanlarda, ortaya çıkan verili durumlara uymayan, hatta ortaya çıkması asla beklenmeyen “yeniliklerin”, “olay”ların düşünülmesi ve anlamlandırılmasıyla ilgili bir disiplin, uğraşı olmak zorunda... Bu anlamda, da Sokrates’den gelerek de “gençleri yoldan çıkartmakla”…


VO, adından da anlaşılacağı gibi, ontolojik düzeyden başlayıp, gerçek dünyadaki, belirlenmiş, (mutlak çoklukların içinden, bir olarak sayılmış) yapılar içindeki değişimlerin mantığına, diyalektiğine kadar giden bir yolculuğun haritası. Bir olarak sayılmış, yapılanmış bir “çokluğun” içinden nasıl “yeni” bir şey çıkar?” sorusuna bir cevap. Bu cevap da, belirlenmiş çokluğun (kümenin) içinde olmakla birlikte, sayımda gözükmeyen bir alt kümenin varlığının yaratacağı gerginlikten başlayan istikrarsızlıkla ilgili.  Bu alt küme hem belirlenmiş çokluğun içindedir hem de değil!  Proletarya, etnik azınlıklar, göçmen işçiler gibi…


Besbelli ki burada, artık matematik ve özellikle de küme teorileri alanındayız. Badiou’nun bu baş yapıtının en önemli, onu belki de “bir olay” statüsüne yükseltecek özelliği de burada yatıyor. Badiou, Cantor, Cohen gibi matematikçilerin karşı karşıya kaldıkları paradoksları aşarak yaptıkları, “zorlama”, “jenerik” gibi katkılardan hareketle, matematiği (küme teorisini) ontolojinin dili olarak kullanmanın ötesinde, buradan hareketle siyasetten, aşkın (psikanalitik anlamda), sanatın dinamiklerine kadar ortaya çıkan gelişmeleri anlamakta kullanılabilecek bir araç olarak sunuyor.


Nihayet Badiou’nun çalışmasını bize, “bir” olarak sayılmış kümenin içinden “olay”ın çıkmasının yanı sıra, bu olayın birey üzerinde yaptığı değiştirici etkilerini, verili bilgi sistemini bir hakikat sorunuyla karşı karşıya bırakmasını, bu hakikate sadakat açıklayarak evrenselleştirmek için kolları sıvayan bireyin böylece özneleşmesinin de teorisi olarak anlamak gerekiyor.


VO Badiou’nun projesinin esas olarak ontolojik boyutuyla, “olayın” ortaya çıkışı, “hakikat”, “ahlak” ve “özne” arasındaki ilişkiyle ve bireyin özneye dönüşüm süreciyle ilgiliyken, DM ise bu çalışmanın, çeşitli bileşenlerini, nesnelerin ait oldukları dünyalar (sayılmış çokluklar) içindeki halleri bağlamında tartışıyor açımlıyor ve savunuyor.
Bunlar kolay kitaplar değil, ama bir kez başladıktan sonra bir sadaket geliştirdiğiniz taktirde, giderek “düşünme” süreçleriniz zenginleştirecek, varoluşun yüzeyinde gözlerinizi kamaştırarak dolaşan imajları, “sağduyu” parçacıklarını asarak, var olan ama sayılmayanı görmenize, gizlenen dünyayı anlamlandırmanıza, pasif bireylerden aktif öznelere dönüşerek değiştirmenize katkıda bulunacak çalışmalar…

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.