Belirsiz bir zaman, bilinmeyen bir ülke, anlamsız bir savaş, tekinsiz bir şato, yozlaşmış soylular, yoksul köylüler ve bütün bunların arasında kendi yolunu çizmeye çalışan naif bir genç... İşte böyle bir atmosferde geçiyor Kâhya ve Klara’nın hikayesi. Sürükleyici, eğlenceli, bir türe dahil etmenin zor olduğu, tuhaf bir roman. Patrick deWitt’in insanı en tuhaf halleriyle ortaya serdiği “nasihatsiz bir masal, kapkara bir komedi ve belalı bir aşk hikayesi...”
1975 doğumlu Kanadalı yazar ve senarist Patrick deWitt, ilk romanı Ablutions (2009) ile dikkatleri çekmişti. 2012'de yayımlanan ikinci romanı Sisters Kardeşler gerek aldığı ödüller gerek ulaştığı satış rakamlarıyla deWitt’e uluslararası şöhretin kapılarını açtı. Üçüncü romanı Kâhya ve Klara (2015) ile başarısını sürdüren deWitt ciddiyet ile eğlenceyi, sinema ile edebiyatı kaynaştıran şenlikli romanlarıyla kendine özgü bir tür yaratıyor.
Lucy’nin harikulade serüvenleri
Hayali Bury köyünde başlıyor hikayemiz. Güçlü kuvvetli dağ adamları ve doğasıyla Orta Avrupa’yı andıran Bury’nin belki de en talihsiz genci, roman kahramanımız Lucien Minor. Kadınsılığa layık görülen zayıflığına vurgu yapmak için adı Lucy olarak kısaltılan genç adam, kendisini sürekli dışlanmış hissetmektedir: “Izbandut gibi barbarlar peydahlayan sakinlerinin çoğunlukta olmasıyla meşhur, böyle bir bucakta, Lucy diğerlerine nazaran türünün zayıf halkasıydı. Dans edemez, içkisini elinde tutamazdı, çiftçi ya da toprak sahibi olacak kadar hırslı değildi ve köyün kadınları, Marina hariç, bırakın ona ilgi duymayı onu hakkında konuşmaya bile değer bulmazdı ki Marina da çok kısa süren bir istisna olmuştu. Kendini öteden beri hemşerilerine uzak hissetmiş, oraya ait olduğundan şüphe duymuştu.”
Yoksul bir köydür Bury. Hele ki Lucy gibi çelimsiz bir gencin yaşaması için pek fazla seçeneği yoktur. O da, uzaklarda bir yerdeki Von Aux Şatosu’ndan aldığı kahya yardımcılığı teklifine balıklama atlar. “Bu kararı saf bir aşk, en acılısında gönül yarası, ruha sirayet eden dehşet, akut bir cinai dürtü ve daha pek çok şeye yol açacaktır.” Yazarın kulağımıza fısıldadığı olaylar dizisini yavaş yavaş öğreneceğiz.
Uzun ve maceralı bir tren yolculuğu ile ulaştığı –ihtişamlı zamanlarını, pırıltısını çoktan geride bırakan– Von Aux Şatosu, serin ve loş koridorları, soluk ışıkları, iç karartıcı uzun gölgeleri ile ürkütücüdür. Evin asıl kahyası ve hizmetçisi iyi davranır Lucy’e. Ama odasını kilitli tutması için ısrarla uyarırlar. Ne var ki hırsızından hırlısına envai çeşit insanın ve güzeller güzeli Klara’nın yaşadığı kasabada da ciddiye alınmaz Lucy. Bir kez daha umutsuzluğa kapılır. Üstelik çok geçmeden şatonun –Baron Von Aux’un kayıplarda olması da dahil– pek çok gizem barındırdığını anlayacak ve kendini kibar hırsızlar, dengesiz aristokratlar ve soğukkanlı cinayetlerle dolu bir maceranın içinde bulacaktır. Onu hayata bağlayan yegane duygu, Klara’ya duyduğu aşktır.
Modern ve folklorik
Söze Türkçeye çevrilen önceki romanı Sisters Kardeşler’le başlamakta fayda var. O romanda deWitt, tarihi geri plana “Altına Hücum” döneminin vahşi Amerika’sını yerleştirmiş, roman kahramanlığı mevkiine de iki psikopat “tetikçi”yi oturtmuştu. Sisters Kardeşler’in Walter Scott Tarihi Roman Ödülüne aday gösterilmesi sanıyorum bir “yanlış okuma” sonucuydu. Çünkü deWitt’in ilgilendiği tarih değil western sinemasının kalıplarıydı. Sanıyorum bu kez yanlış anlamalara meydan bırakmamak için Kâhya ve Klara’yı mekandan ve zamandan bilinçli bir şekilde azad etmiş. Neredeyiz, hangi tarihsel dönemin içindeyiz, bu insanlar hangi dine inanıyor, hangi dili konuşuyor bilmiyoruz. Kullanılan eşyalar, coğrafya, şatonun mimarisi, coğrafik yapı bazı tahminler yürütmemizi sağlayabilir ama uğraşmak gereksiz; deWitt, okuyucusunu bilerek böyle bir dünyanın içine çekiyor. Eski zaman masallarına, pikaresk romanlara, Voltaire’in Candide’inden Kafka’nın Şato’suna kadar pek çok edebi anlatıya ve sinema filmine gönderme yapan deWitt, hayal gücünü de çalıştırarak folklorle romanı bir araya getirmiş ve iyi bir “eğlencelik” çıkarmış ortaya. Bir eleştiri yazısında özetlendiği gibi; “Büyük Budapeşte Oteli ve Alice Harikalar Diyarında’yı düşünün, kabaca doğru yoldasınız. Yetişkinler için Kafkaesk bir peri masalı... Tuhaf biçimde komik.”
Gerek Sisters Kardeşler gerek Kâhya ve Klara, tarihi dekorlar ve kostümlerle süslenen, masal formuyla anlatılan ancak insan gerçekliğine de gönderme yapan –postmodern bir anlayışla kaleme alınmış– çok eğlenceli romanlar. Kâhya ve Klara elbette bir masal değil ama masal formuna –özellikle köyün içindeki (Yüzüklerin Efendisi’ni hatırlatan) dipsiz çukurla– çok yaklaşıyor. Ancak masalsı yapı hikayeyi çekici kılan bir manevra. Sisters Kardeşler’de yaptığı gibi, Kâhya ve Klara’da da farklı bir anlatı kalıbını kullanarak modern zamanlara sıçramayı ve romana –çok derin olmamakla birlikte– sosyolojik ve psikolojik karmaşıklık katmayı başarıyor deWitt.
Şaşkınlığı, bir işte tutunma hevesi, Şato’nun sahiplerine bir türlü ulaşamaması, köydeki yabancılığı gibi motifler romanın ilk sayfalarında Lucy ile Kafka’nın K.’sı arasında bir benzerlik kurmanıza yol açabilir. Benzerlik var ama sadece görünüşte. Kafkaesk’i selamlamaktan öteye gitmiyor deWitt. Diğer göndermeler açısından da aynı şeyleri söyleyebilirim. Romandaki gotik dokunuşlar Bram Stoker’ı, kimi sahneler Marquis de Sade’ı ve Lucy’nin kişiliğindeki gelişim Alman “bildungsroman”ını hatırlatacaktır. Gerçekten de pek çok romandan esinlenilmiş, hatta sahneler ödünç alınmış. “Orijinallikte ısrarcı olmayanlar” için, deWitt’in bu parçaları kendi hikayesinde toplaması –yerli yerinde kullandığı da göz önüne alındığında– keyif verici...
Kâhya ve Klara eğlenceli bir macera, ahlak dışı bir masal, görgü kurallarını alaya alan kara bir komedi ve bir aşk hikayesi. Öte yandan günümüz edebiyatının mirasçısı olduğu edebiyat metinlerine, o metinlerin lezzetini de yakalayarak verilen bir selam.
Görsel: Ömer Faruk Yaman
Yeni yorum gönder