Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

“Yurtdışı” demeyelim isterseniz!



Toplam oy: 170
Alberto Manguel // Çev. Ülker İnce
Kırmızı Kedi
Arjantin’i terk ederek Avrupa’ya “giden” Alberto Manguel’i ne kadar tanıyoruz?

Kütüphaneler ve okur-yazarlık üzerine düşünen, dört yıl boyunca Borges’e kitaplar okuyan, Ahmet Hamdi Tanpınar hayranı Alberto Manguel’i hepimiz biliyoruz; hatta bu ismi, 2015 yılında bir söyleşi için geldiği Boğaziçi Üniversitesi’nde dinleme şansı bile bulmuştuk. Peki, kayıp vakalarının yarattığı korkuyla, Mayıs 68 olaylarından birkaç gün sonra Arjantin’i terk ederek Avrupa’ya “giden” Manguel’i ne kadar tanıyoruz? Galiba pek az… Neyse ki, kısa süre önce Türkçede de yayımlanan 2005 tarihli Dönüş adlı romanı, bu ayrılığın onda bıraktığı izleri takip etmemize imkan veriyor.

“Şimdi Fabris her şeyi bilmek istiyordu. (...) Yıllardır öylesine çok sayıda mutsuz söylenti dinlemişti ki bin bir korkunç şey, korkutucu öykü düşünmektense, gerçekten neler olup bittiğini kesin şekilde bilmeyi istiyordu. Kimler hâlâ yaşıyordu? Kimler kendisi gibi sürgüne –ya da yurtdışına diyelim isterseniz– gitmişti; sürgün sözcüğünde örtük olarak geri dönüş düşüncesi bulunduğu için ve Fabris geri dönüş olasılığının hiçbir zaman bulunmadığını, dönüşün bir tekrar anlamına geldiğini, zamanın tekrara hiçbir zaman izin vermediğini bildiği için yurtdışı diyordu; evet, kendilerine yeni bir hayat kurmak için, belki de geride bıraktıkları dünyayı, artık birer posta kartına, fotoğrafa, kullanılmayan eski püskü telefon defterlerine, çok eski bir tarihte hepsinin genç olduğu, büyüdükleri zamanki kişilerden çok farklı biri oldukları, yüzyıllar sonra şimdi aptalca, üzüntü verici derecede acıklı görünen şeyleri söyledikleri hayali bir geçmişte kendisinin arkadaşları olan kişilerin adlarından oluşan anlaşılmaz listelere dönüşmüş bütün o yerleri hatırlamak bile istemedikleri için yurtdışına gitmişlerdi.”

Fabris, tıpkı Manguel gibi, kendisine Avrupa’da yeni bir hayat kurmuş bir roman kişisi; yüzünü hiç görmediği vaftiz oğlunun düğününe katılmayı kabul edince ülkesine doğru yola çıkan yaşlı bir adam. Takdir edersiniz ki, bu sancılı bir yolculuk; çünkü Fabris’in vicdanında gizlenen o sinsi azabı tetikliyor. Âşık olduğu kadını, okulda aynı sıraları paylaştığı arkadaşlarını, eserlerine hayranlık duyduğu Profesör Grossman’ı terk edip önüne bakmış, –vicdanın o acımasız diliyle söylersek– kendisini kurtarmış bir insanın, geride kalanlar hakkındaki söylentilerden beslenmiş azabı bu. Belki de Fabris onu Manguel’le birlikte taşıyor.

Bu yolculuk, sanık Fabris uçaktan inip ülkeye ayak bastığı anda, henüz daha havaalanında, sürreal bir havaya bürünüyor. Eski dostları tek tek, üstelik gençken nasıllarsa o şekilde çıkmaya başlıyorlar Fabris’in karşısına; ayrıldığı bir mekana bir daha dönemiyor Fabris, oteline bir türlü ulaşamıyor. Derken bu yorucu yolculuk, sonsuz ve sürpriz bir mahkumiyetle son buluyor. Biz de, Fabris bu yolculuğa gerçekten çıktı mı, yoksa ülkesine dönen, vicdanı rahatsız, yaşlı bir adamın bunamış zihni miydi bilemiyoruz...

 

 

Görsel: Max Bender (Unsplash)

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.