Ayşegül Özbek
Geleneksel kalıpları yıkarak kendi özgün dilini yaratan Sait Faik Abasıyanık’ın anısına 1955’ten bu yana verilen “Sait Faik Hikâye Armağanı” bu yıl “Kumrunun Gördüğü” kitabıyla Ahmet Büke’ye verildi. Pera Palas’ta düzenlenen törenle ödülünü Yaşar Kemal’in elinden alan Büke 1970’lerde okumayı Halkevleri’ndeki ağabey ve ablalarından öğrendiğini belirterek oradakilerin kendilerine ilk Sait Faik okuduğunu söyledi. “‘Bu okuduğumuz kim?’ diye sorduğumda, ‘Sait Faik de bizim gibi senin ağabeylerinden biri’ derlerdi. Ben onu uzun süre yan mahalleden Dev- Genç’li bir ağabey sandım, öyle düşündüm. O yüzden bu ödülü o eski ve güzel ağabey ve ablalar için alıyorum” dedi.
Kendisinden sonra gelen çoğu yazara öncü olan Sait Faik, sıradan insanları, balıkçıları, işsizleri anlatıyordu öykülerinde. Büke de yine o bildiğimiz insanların öykülerini anlatıyor“Kumrunun Gördüğü”nde. Bu toprakların“utanç verici tarihi”nden, Cumartesi Anneleri’nden, Hayata Dönüş Operasyonu’ndan, ölüm oruçlarından izler taşıyan öyküler aktarıyor bize.
- Türkiye tarihinin karanlık noktalarına değen, ölüm etrafında dönen öyküler var “Kumrunun Gördüğü”nde. Hafızayla ilgili öyküler diyebilir miyiz kitaptakiler için?
Uzun süre, ‘Tecrit bir insana neler yapar’ı düşündüm, sonra yanlış sorudan başladığımı anladım. Doğrusu ‘Neden tecrit var’ olacaktı. Sanırım zaman kavramıyla ilgili her şey. Zaman ilginç bir dağ aslında. Normalde dışa doğru katmanlaşıp yükselirken bunu tersine çevirmek de mümkün. Tecrit denilen demirden muhafazada, zaman içe doğru çöküyor. Beraberinde etrafını ve ona dokunan eksenleri de büküyor. Çünkü tecrit, içerideki ve dışarıdaki anların dengesizliğinden doğar. Dışarıda kendi ritmiyle akan bir hayat varken içeride zamanı yapay olarak yavaşlatırlar. Saat ve takvim başka akmaya, daha doğrusu titreyerek donma noktasına yaklaşmaya başlar. Dolayısıyla her şey zamanı kullanarak cinayet işlemekle ilgili. Bu durumda faili değil, ölümü düşünüyoruz sadece. Büyük insan kitlelerini sadece ölümü seyrettirerek terörize edebilirsiniz. Edebiyat boşa çekilen bir kürek değil bence. Bütün bu utanç verici tarihin içinden alnı açık çıkmamızı sağlayacak dayanaklarımızdan birisi de edebiyat.
- Öykülerinizde bu dönemlere dair izleri ve imgeleri bilmek gerekiyor sanırım. Açık bir şekilde ifade edilmiyor olaylar. Başta kuşlar ve kediler olmak üzere hayvanların tanıklıklarından da okuyoruz öyküleri...
Öykü biraz öyledir ama. Anlatılandan çok yazılmayanla meşguldür. O biraz da hissettirir bize. Zaten merak duygusu yüksek bir yüzyılda yaşıyoruz. Kuşlar ve kediler konuşur zaten. Onda bir şey yok ama hamamböcekleri çeneye başladı mı hiç çekilmiyor. O yüzden pek onları yazmıyorum. Aynı anda, bir ağızdan bağırmaya başlıyorlar.
- Müzik grubu Bandista “Her Şeyin Şarkısı”nı Ulus Baker’e, siz de “Herkes Her Şeyleşiyordu” öykünüzü Bandista’ya adamışsınız...
Bandista’yı seviyorum. Gelseler de bizim evde çalsalar keşke.
- Sait Faik sizin öykücülüğünüzde nerede duruyor?
Öyküde Sait Faik öncesi ve sonrası var galiba. Önemli bir kısmımız Sait Abi’nin sandalından indik. Sait Faik bana hep o eski mahalle abilerinden biri gibi gelir. Sizi görünce gülümser, gazoz ısmarlar,“Dersler nasıl hayta” diye sorar. Onun bütün öyküsü bu samimiyet üzerine kurulu sanırım. O nedenle içimize işliyor.
- Sait Faik özgün bir dil yarattı. Siz de ödülü “kendine özgü anlatımı”gerekçesiyle aldınız. Öykücülükte özgün dili yakalamanın belli bir yolu var mı sizce?
Bir yolu olduğunu sanmıyorum. Bu öyle kolay değil. En iyisi kendin olmak. Daha epey bir fırın ekmek yemem gerekecek. Bir de edebiyatla nasıl bir bağ kurduğun önemli. Bizim aramızda yıpratıcı bir aşk yok, iyi zaman geçiriyoruz sadece birlikte.
Kaynak: Cumhuriyet
Yeni yorum gönder