CEREN ÇIPLAK
Cumhuriyet Gazetesi yazarı Mustafa Balbay’ın, tutuklu bulunduğu Silivri Cezaevi’nde yazdığı yeni kitabı “Silivri Toplama Kampı - Zulümhane” piyasaya çıkışının birinci haftasında dağıtımcıların talebi üzerine 10. baskıya ulaştı.
Balbay, 12 Haziran 2007’de Ümraniye’de bir gecekonduda bulunduğu öne sürülen el bombaları nedeniyle başlatılan Ergenekon soruşturması kapsamında 1 Temmuz 2008’de gözaltına alınmıştı. Mahkemece serbest bırakıldıktan 8 ay sonra 5 Mart’ta da savcıların talimatıyla yeniden gözaltına alınan gazeteci, “Türkiye Cumhuriyeti hükümetini ortadan kaldırmaya teşebbüs” suçlamasıyla, 2. Ergenekon soruşturması kapsamında 6 Mart 2009’da da tutuklandı. Balbay’ın içeride geçirdiği günler artık 600’lü sayılara ulaştı.
Cumhuriyet Kitapları’ndan yayımlanan kitapta, cezaevindeki yaşamını, karşılaştığı trajikomik durumları ve ‘yalnızlığı’ ilginç örneklerle anlatan Balbay, ayrıca Ergenekon iddianamesindeki tezatlara değiniyor ve hakkındaki iddiaları yanıtlıyor. Tutukluluk sürecinde yaşadığı zulümlerden dolayı kitabının adını “Zulümhane” koyduğunu söyleyen yazar, cezaevinde bilgisayarı kullanmasına izin verildiği halde, yazdıklarını kayıt etmesine izin verilmediği için kitabını elle yazmak zorunda kaldığını anlatıyor.
İşte “Türkiye Ergenekon’u pek çok pencereden okudu. Bir de demir parmaklı pencereden, içeriden okusun istedim” diyen Balbay’ın kitabından bazı ilginç bölümler:
"BİLGİSAYAR VERİLERİ NASIL DELİL TAŞIR?"
- Bu kitabı elle yazdım. Çalışırken elim yoruluyordu ama beynim “tam kıvamdayım, haydi devam et” diyordu. Sonunda yavaş da olsa sol elimle de yazmaya başladım. Bu zulüm değil midir?
- Ergenekon davalarında “delil” olarak ortaya konanların çok büyük bir bölümü sabaha karşı evlerinde “ele geçirilen” kişilerin bilgisayarındaki verilerden oluşuyor. Örneğin bana ait iddiaların tümü gazetedeki odamda el koydukları bilgisayarların ve kullanım ömrü doldurulduğu için yıllar önce devre dışı bıraktığımız bilgisayarların içinden çıkartıldığı iddia edilen kayıtlardan oluşuyor. Özellikle ikinci iddianamede sanıkların çok büyük bölümünün durumu böyleydi. Bilgisayar verileri nasıl delil değeri taşır? Bu soruyla hukuk yeni tanıştı. Anak bütün boyutlarıyla ele alıp tartışmasız kurallar koyması gerekiyor. Aksi halde bilgisayar kayıtlarına dayalı olarak verilen kararlar tartışmalı hale geliyor. Bunun pek çok örneği var.
- Ergenekon’da durum şöyleydi: Suçunuzu kabul edip etmemeniz önemli değil. Sizi doğrudan suçlu ilan ediyorlar. Siz, suçsuzluğunuzu anlatmak için çırpınıyorsunuz. Hukuk devletinde iddia makamı iddiasını kanıtlarıyla ortaya koyar. Sanık buna karşı savunmasını yapar. Ergenekon’da savcılar, biz kuvvetle bu şüpheye sahibiz diyor. Şüpheyi ortadan kaldırmak sanığa düşüyor. Her şey bir yana, devletin terörle mücadele eden bütün birimleri İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi’ne resmi yazı yazdı. Genelkurmay, MİT, Jandarma ve Emniyet’in yazılarının ortak paydası şuydu: ‘Bizim kayıtlarımızda, Ergenekon adı altında bir terör örgütü yoktur...’ Aralarında bu kitabı kaleme alan yazarın da bulunduğu onlarca kişi böyle bir örgütün üyesi olduğu gerekçesiyle aylarca, yıllarca tutuklu yargılanacak, örgütün varlığına ya da yokluğuna yargılama sonrası karar verilecek. Yargılama ne zaman biter? Ben diyeyim 10 yıl, siz deyin 20 yıl, mahkeme desin 30 yıl!
“PKK OLSAN MESELE YOK”
- Unutamadığım günlerden biri 21 Mart oldu. Nevruz’du. Yine koğuşta yalnızdım. Yan koğuşlardan olağanüstü coşkulu sesler geliyordu. Bir ara duman da yükseldi. Nöbetçi gardiyana, “Bun ne?” diye sordum. “PKK tutkluları,” dedi, “hep birlikte Nevruz’u kutluyorlar.” Onun bir sorumluluğu olmadığı halde yüklendim; “Bizi burada yalnız tutuyorsunuz. Onlar hep birlikte Nevruz kutluyor...” Manidar bir yanıt verdi: “Abi sen PKK olsan mesele yok zaten. Ergenekon’sun...
- Türkiye Ergenekon’u pek çok pencereden okudu. Bir de demir parmaklı pencereden, içeriden okusun istedim. Bir metreye 80 santimlik koğuş penceremin önünde 80 gözlü demir parmaklıklar var. Bu 80 gözle davaya, bugüne, geçmişe geleceğe bakarken tarih baba hep yanımdaydı. Sık sık şunu söylüyordu: Tarihte Silivri benzeri davalar, mahkemeler olmuştur. Zaman bu mahkemeleri tersine çevirmiş, suçlananları değil, suçlayanları sanık sandalyesine oturtmuştur.
- Hastalıkların sonu gelmez. Sözü uzatmayalım Ergenekon davasında yargılananlar doktora gittiklerinde ‘tanı’ bölümünde büyük harflerle şu yazıyor: ‘Ergenekon’… Şifa bulmaz bir hastalık! Sayfanın en altındaki yazı da ciddi bir uyarı niteliğinde: ‘Dikkat kaçar!’ Kim kaçar? Hastalık kaçarsa iyi, kalan kurtulur. Ama dert hastalık değil sanık… ‘Tanı: Ergenekon’u ilk gördüğümde ben de şaşırdım. Mantığımı zorladım ve akla yakın bir açıklama buldum. Doktora diyorlar ki ‘Bu adamı iyi tanı, kim olduğunu bil ki ona göre muayene et!
“KANSER ÖZGÜRLÜK DEMEK!”
- Prof. Dr. Erol Manisalı Hoca sağlık sorunlarını daha gelişinin ilk günü hapishane yönetimine bildirdi. Prof. Fatih Hilmioğlu ‘Kesinlikle seni burada tutamazlar, bu cinayet olur” diyor. (…) 13 Mayıs Çarşamba günü sabah 08.00'de sayımla birlikte Erol Hoca’yı hastaneye götürdüler. Bütün dileğimiz o gün dönmemesi… Dönerse yatışta sorun var demek… Her şey baştan alınacak. Dönmedi sevindik. Demek ki hastaneye yatmıştı. Fatih Hoca rahatladı. ‘Bu aşamadan sonra doktorlar onu buraya göndermezler’ dedi. Ara ara Erol Hoca’dan haber aldık. Hayati bir sorun olmadığını ama hastanede kalacağını söylediler. Sonra ‘ameliyat olacak’ haberleri geldi. Bunca sağlık sorununa karşın hâlâ tahliye yok.
5 Haziran Cuma günü haber geldi. ‘Erol Hoca’ya kanser teşhisi koymuşlar’ Birden ‘Yaşasın’ narası koptu ağzımdan… Bu özgürlük demekti, kesin tahliye ederlerdi, Kuddusi Okkır örneği vardı. Üstelik gardiyanlar da aynı görüşteydi. Sonra ürktüm, elim ağzıma gitti. Nasıl da ‘yaşasın’ diye bağırdım. Erol Hoca kanser, sıradan bir hastalık değil. Ama tahliye var. Zindandan kurtulacak… Ertesi gün 6 Haziran’da Erol Hoca için nöbetçi mahkeme tahliye kararı verdi. Ömrümde çok sevdiğim, saygı duyduğum bir kişinin kanser haberini alınca sevineceğim hiç aklıma gelmezdi. Kanser özgürlük demekti!”
“SAKATLAN, ÇIKARIRLAR BURADAN”
- Gardiyanlar gelişmeleri neredeyse bizim kadar yakından izliyorlardı. Başlangıçta iyi niyetle bu dönemin çok uzamayacağını, en kısa sürede özgür kalacağımızı söylüyorlardı. Süreç uzuyordu. Sadece sağlık sorunu olanlar Silivri’den çıkabiliyordu. Gardiyanlardan biri anlattığım hocaları tek tek saydı:
‘Abi sana çıkış yolu söyleyeceğim’ dedi.
‘Nedir?’
‘Dizini çarp, merdivenden yuvarlan ya da yuvarlanır gibi yap, bir şekilde hastaneye git’
‘Olur mu abicim buradan sağlam çıkmak lazım, daha yapacak çok işimiz var!’
‘Peki çarpma da çift görüyorum de, Biz hasta götürürken doktorun yanında kalıyoruz. Güvenlik için durmamız gerekiyor. Doktorlar bu çift görme hikâyesinde ciddileşiyorlar’
‘Ne yapıyorlar o zaman?’
‘Beyin abi, beyin sorunu var demektir. Hemen farklı muameleye geçiyorlar.’
Öyle şey olmayacağını söyledim. Konuyu değiştirdim. Ayrılırken unutmamıştı: ‘Abi beni dinle, çift görüyorum de, sakatla bir yerini çık buradan!
"MEMLEKETLERİNİN İSİMLERİYLE ÇAĞIRIYOR"
- Türkiye’de aile sigortasından sonraki en güçlü sigorta hemşehrilik dayanışması olmalı… Durum gardiyanlar arasında da aynı. İlk söz memleketlerinden… Ben de adını anımsayamadıklarımı memleketleriyle selamlamaya başladım. Baktım ki bundan daha çok hoşlanıyorlar, memleketlerinin adı kendi adlarından daha sempatik geliyor, ben de öyle devam ettim: ‘Merhaba Sivas!’, ‘Nasılsın Giresun?’, ‘N’aber Tokat?’ Kimilerine nakaratlı takılırdım: ‘Memleket yorgun, umudumuz Sorgun!’
- Berber Şerif çok açık sözlü biri, soracağı soruyu doğrudan soruyor. Kendisine yöneltilen soruları da yine bütün açıklığıyla yanıtlıyor. İlk geldiğinde bizim davayı da tam anlayamamış sorusunu şöyle sordu: ‘Abi ben uyuşturucudan geldim, siz tam olarak neden geldiniz?’ İlk aklıma gelen cevabı verdim: ‘Uyarıcıdan!’”
HAPİSHANEDE “AF AÇILIMI”
- Hapishanenin her dem birinci gündemi şudur: Af… Koridorda giderken bir tutuklu işçiye çarpınca: ‘Afedersin’ deseniz ilk tepkisi şu olur: ‘Abi af çıkar mı?’ Her mevsim ‘Yakında af var’ dedikodusunun bir gerekçesi olur. 2009 yazında başlayan ‘Kürt açılımı’nın hapishanedeki açılımı şöyleydi: ‘Onlara af çıkarsa bize de çıkar…’
- Hapishanesiyle, mahkemesiyle ‘Silivri Toplama Kampı’, ortaçağ mantığının 21. yüzyıl olanaklarıyla donatılmışıydı. Filistin askısı yok, dijital işkence var. Kalabalık koğuşlar yok, yalnızlaştırma var. Hukuk yok, ‘Kuvvetli şüphe’ var. Cumhuriyet savcısı yok, hükümet savcısı var. Silivri kapıları, pencereleri demir, biz çelik. Silivri dünyanın en büyük demir-çelik tesisi…
- Polisler geldiğinde ben 37 günlük oğlumu Yemen türküsü ile uyutmaya çalışıyordum! İddianamenin mantığıyla bakarsak ben belki de, hatta çok kuvvetli bir şüphe ile bir Ergenekoncu yetiştirmekte iken, ‘suçüstü’ yakalanmıştım! Bu zulüm değil midir?
"NOTLAR MESLEKİ YATAK ODASIDIR"
- Bana ait cümle sayısı toplamın yüzde biri bile değil. Hep görüştüğüm kişilerin sözlerinden oluşturulmuş. Bir gazeteci herkesle her konuyu görüşür. Notlarım üzerinden böyle bir delil oluşturma yöntemine gidilerek özünde gazeteciliğe, basın özgürlüğüne saldırılıyor. Bir gazetecinin bu tür notları mesleki yatak odasıdır. Notlardan, iddianamenin değişik bölümlerine en çok monte ettikleri kısım, dönemin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’le yaptığımız görüşmelerle ilgili olarak üretilmiş olanlar. Bunu mahkeme heyetine ve savcılara anımsattığımda Savcı Nihat Taşkın, “Cumhurbaşkanı bunların dışında” dedi. O zaman iddianameye niye koydunuz?
- Kiminle görüşerek hükümeti devirmeye girişmişim? Yanıt yok... Nerede gizli toplantı yapmışım? Ben görüşmelerimin tümünü makamlarda yaptım. Çankaya Köşkü, Kuvvet komutanlarının makamı gizli görüşme yeri olabilir mi? Bir gazeteci herkesle, her yerde görüşür... Bir gazeteciye, “Niçin çok belgen var” diye sormak! Sanırım sadece Batı’da değil, dünyanın hemen her ülkesinde bu soruya gülerler.
BALBAY’DAN SORULAR
- Soruyorum: Ben hangi cebiri ve hangi şiddeti kullanarak Meclis’i ortadan kaldırmaya teşebbüs etmişim? Hangi cebir ve şiddetle hükümeti ortadan kaldırmaya teşebbüs etmişim? Ben ne yaparak halkı silahlı isyana tahrik etmişim? Hangi terör örgütüne nasıl üye olmuşum? Meslektaşlarıma ayrıca sormak istiyorum; her gizli belge tutuklanmayı gerektirecek ağır cezalık suç olursa, bir tek gerçek gazeteci kalır mı?
- Sabih Kanadoğlu ile bir görüşmeden notları okudular. Kanadoğlu yargı için, “Yargı bir felaket. Hani diyor ya Özdemir Asaf, bütün renkler aynı anda kirlendi, birinciliği beyaza verdiler. Biz beyazız, kirlenmememiz lazım” diyor. Bu not için savcıların yönelttikleri sorular şunlardı: Sabih Kanadoğlu, Özdemir Asaf isimli şahıslar kimlerdir? Bu şahıslarla olan irtibatınız ve ilişkiniz hakkında detaylı bilgi veriniz.
- Unutamadığım günlerden biri 21 Mart oldu. Nevruz’du. Koğuşta yalnızdım. Yan koğuşlardan olağanüstü coşkulu sesler geliyordu. Nöbetçi gardiyana, “Bu ne?” diye sordum. “PKK tutukluları” dedi, “hep birlikte Nevruz’u kutluyorlar.” Yüklendim; “Bizi burada yalnız tutuyorsunuz. Onlar hep birlikte Nevruz kutluyor...” Manidar bir yanıt verdi: “Abi sen PKK olsan mesele yok zaten. Ergenekon’sun...”
"HANGİ REKTÖRLE KALMAK İSTERSİN?"
- 2009 yılı Nisanı’nın ilk haftasıydı. İkinci müdür koridorda seslendi: “(Koğuşta) İki ya da üç kişi olacaksınız. Biraz bekleyelim, nasıl olsa okumuş yazmış birileri gelir...” 17 Nisan günü art arda tutuklama haberleri geldi. Rektörler tutuklanmıştı. O gün akşam üzeri ikinci müdür koğuşuma geldi: “Mustafa Yurtkuran, Fatih Hilmioğlu, Ferit Bernay, Erol Manisalı... Aynı koğuşta hangileriyle kalmak istersiniz?” Hepsinin olabileceğini söyledim. “Hepsini tanıyor musunuz?” diye sordu. “Tanıyorum tabii... Nasıl tanımam?” Yanıtı manidardı: “Ohooo, siz hep birbirinizi tanıyorsunuz!”
- Büyük sonuçlar doğuran yargılamalar deyince ilk beşten biri Dreyfus davasıdır. Davayla ilgili bilgilerimi yazdım. Yazılarımı yönetime mektup olarak veriyorum. Gardiyanlardan biri yazıyı ertesi gün geri getirdi. Sayfaları sallayıp haberleşme gözünden seslendi: “Mustafa Bey bu yazıda sorun var diyorlar... Siz Dreyfus demekle birilerine deyyus demek istemiş olmayasınız...”
TİŞÖRTTEN YASTIK KILIFI
- Hapiste çamaşır işi dağdan çam aşırmaktan zordur. Çamaşırları leğene doldurup deterjanlı suyla birlikte havalandırmaya koyuyorduk. İki gün güneşe kir mi dayanır! Sonra durulayıp alıyorduk. Bir lüksümüz daha vardı; deterjanla birlikte sıvı sabun döküyorduk, güzel kokuyordu. En çok kirlenenlerin başında yastık kılıfı geliyordu. Elde yıkıyorduk ama, deterjan kaldı mı, fena kokuyordu. Çareyi yastığa kılıf yerine tişört geçirmekte bulduk. Tişörtü ailemize verip yıkatıp getirtebiliyorduk. Tişörtten yastık kılıfı dekor olarak da fena durmuyordu.
- Bir gün iyi selamlaştığım gardiyanlardan biri mazgalı açtı, beni yanına çağırdı. Yaklaştım, “selam” dedim. Fısıldamaya başladı: “Sana bir şey söyleyeceğim, ben Atatürkçüyüm. Aramızda kalsın...
"SİLİVRİ TÜRKÜLERLE YIKILACAK!"
- Şu gerçeği tarihteki hiçbir yargılama değiştiremediği gibi, Silivri mahkemeleri de değiştiremeyecek: Türküleri yakanlar, yasaları yapanlardan daha güçlüdür. Bizim türkülerimiz yakılacak, o türkülerle Silivri yıkılacak!
- Ne kadar kalacağımı bilmediğim yeni yaşam yerinin 34 temel kuralının ana unsurları şunlardı: Her türlü istek ve şikâyetinizi dilekçe ile yapacaksınız. Koğuşun tüm temizlik ve düzeninden kendiniz sorumlusunuz. Kurallara uymazsanız çeşitli disiplin cezalarına çarptırılacaksınız. İdare izni dışında hiçbir gruplaşma yapamazsınız, toplu hareket edemezsiniz. Size gelen ve göndereceğiniz mektuplarınız idarece okunur. Cezaevi eşyasını tünel kazmaya elverişli araç haline getirmek yasaktır.
Yeni yorum gönder