Türkiye’de yayıncılığın vaziyeti ara ara masaya yatıyor, eteklerdeki taşlar dökülüyor. Sonra değişen, iyileştirilen bir şey oluyor mu, orası çok da net değil. Bu sabah twitter maharetiyle yayın dünyasından sözüne itimat ettiğimiz birkaç isim arasında konu tekrar gündeme geldi. Metin Celal’in “Bir haftada üç baskı övünülecek bir şey değil. Yayınevinin hesap hatasıdır. Bir hafta içinde üç baskı yapmak teknik olarak da mümkün değildir. Bandrolü bile iki günde alamazsınız, kitabı üç günde basamazsınız” sözleriyle başlayan tartışma, editör, tasarımcı ve eleştirmenlerin katılımıyla yayıncılığın can sıkan başka başka taraflarına uzandı.
Yayıncılık dünyasının bir etik problemi olduğunu söyleyen Semih Gümüş, “Kitabı en kötü kâğıda, kalitesiz baskıyla yayımla, tasarıma bir kuruş verme, sonra da, yayıncıyım, hem de ucuz kitap yayımlıyorum, de!” diyerek tepkisini dile getirdi. Türkiye’de ucuz ticaret yapan yayıncıların varlığına da işaret etti Gümüş: “Yayınevi, ayda dokuz on, on beş kitap yayımlıyor. Kaç editörle! Durun bir bakalım! Ondan sonra bir dolu yanlışlı kitap...” Ve sorunun çözümüne dair kendi önerilerini şöyle sıraladı: “Nitelikli kültür yayıncılarının da bir araya gelip bir Etik İlkeler manifestosu açıklamasının zamanı geldi. Ötekilere uyarı olsun diye...” / “Kötü yayıncılara karşı KİTABA SAYGI kampanyası başlatacağım da, çok içinde olduğum için kaçınıp bekliyorum.” Metin Celal’in bu konudaki yorumu önemliydi: “Yayıncılık Etik Kurulu kurulur ama yaptırımı olması için yayıncıların bu konuda istekli olması gerek.”
Bahsi geçen konulardan biri de kitap kapağına iliştirilen “ilk baskı 200 bin” etiketi gibi kitabın pazarlamasına yönelik yöntemler oldu. Bunun kitle psikolojisiyle alakalı olduğunu söyledi Metin Celal: “Yüz bin kişi alacak, almazsan sen eksik kalırsın diyor. Kitle psikolojisi...” Tasarımcı Utku Lomlu bu yönteme karşı olduğunu belirterek bunu şöyle dillendirdi: “Kaç kişi bir kitabı üzerinde yazan şu kadar bin baskı yazısı nedeniyle alır? Bunun satışa etkisi var mıdır gerçekten? 10 bin bastılarsa mühim yazardır alsam mı, 50 binse bir ara almam lazım, 100 binse hemen almalıyım... Böyle okurlar mı var?” Lomlu’ya cevaben Hikmet Hükümenoğlu’nun cevabı dikkat çekiciydi: “Zincir kitapçılar gösterişli rafları o sayılara göre düzenlediğinden ne yazık ki çok etkisi var.”
Yayıncı İrfan Sancı, bir haftada üç baskı bilgisinin yayınevi hatası olmasından öte köylü kurnazlığı olduğunu ifade ederek, baskı adedini yazmak şeffaflık değil, çoksatan kitap peşindeki okuru etkilemenin bir yolu olduğunu söyledi. Ve ekledi: “Baskı adetleri yayıncı, yazar, ajans ve çevirmen arasındaki bir konu, şeffaflık bu olmasa gerek.”
Editör Kıvanç Koçak ise “bir haftada üç baskı yaptık” demenin “hayatta karşılığı olmayan bir artistlik” olduğunu söyledi. Yine de umudunu yitirmeyenlerdendi: “Şükür, hala "saf" yayıncılar da var. "Saf"ın "pür", "katıksız", "has" anlamına geldiğini unutmayalım şüphesiz!”
Tartışmaya dahil olan ve “Yayınevini hataları ve/veya "numaraları" konusunda arada bir yazmalı aslında...” diyen Yekta Kopan’dan feyz aldık, konuyu bilirkişisine danışarak gündeme getirmek istedik. Baskı sayıları, Türkiye’de yayıncılığın en belirgin sıkıntıları, işin pazarlama tarafı, kitabın yitirdiği iddia edilen saygınlığını sorduk.
“Türkiye’de köklü bir yayıncılık geleneğinden söz etmek zor”
Kıvanç Koçak / Editör
Yayıncıların kitaba yeterince özen göstermediği dile getirildi bugün. İmla, çeviri, baskı vesaire konusunda. Az sayıda insanın çok sayıda kitap üzerinde çalışmak zorunda kalması sanırım en önemli nedeni. Bu konudaki fikirlerinizi alabilir miyim?
Az kişinin çok işle uğraşması bazı sıkıntılara yol açıyor, bu doğru fakat işin ancak bir boyutu. Özellikle son yıllarda editörlüğün bir meslek olduğu biraz unutulmuş durumda sanki, bunun getirdiği sorunları, sıkıntıları da unutmamak gerek. Zira editörlük okur-yazar herkesin yapabileceği bir iş gibi algılanıyor. Dolayısıyla ne yazık ki kötü, özensiz hazırlanmış kitaplar yayımlanabiliyor. Oysa dille kurulan ilişki bir yana kültürel donanım, “diplomasi” bilgisi, dünyada olup biteni sürekli sıkıca takip etmek, obsesyon sahibi olmak gibi nitelikler bu işin olmazsa olmazları.
Kitaba saygımızı yitirdik mi Semih Gümüş’ün dediği gibi?
Az önce söylediklerimden devamla, işe saygıyı yitirmekle ilgili bir durumdan söz edemez miyiz? Sonuçta bugünlerde herkes bir kitap yazıp şöhret olmak, köşeyi dönmek arzusuyla yanıp tutuşuyor. Çünkü gördüklerinden, okuduklarından bunun böyle olabileceğine dair bir fikre kapılıyor insanlar. Bunun yayıncılara yansımasının olmaması düşünülemez herhalde. En basitinden, teknik olarak bir yayınevi kitabını basacağı yazara telif ödemesi yapar. Fakat artık “Getirin şu kadar parayı, basalım kitabınızı” yayınevleri var! Bu da haliyle aslında yayıncılık faaliyeti değil, bir tür matbaacılık faaliyeti.
Kitabın üzerine baskı sayısının koyulmasıyla alakalı olarak ne düşünüyorsunuz?
Sonuçta işin ticari bir boyutu var, bunu unutmamak gerek. Yani çeviri kitapsa haklarını satın aldığınız yayıneviyle, çevirmenle, yazarla yaptığınız sözleşmeler var. O çerçevede hareket etmek hukuki bir yükümlülük. Ama genel olarak standart baskı sayısı için Türkiye’de 1000 diyebileceğimize göre, belki her kitaba değil ama 1000’den fazla baskısı yapılan kitaplar için iç kapağa kaç tane basıldığının yazılması yerinde gibi geliyor bana.
Kitabın pazarlanması icap eden bir ürün olması, sizi bir editör olarak nelere zorluyor?
Bir kere “şu kitabı basalım” kararının önünü arkasını etraflıca düşünmeyi gerekli kılıyor. Çok sevdiğiniz, “yapalım” dediğiniz bir kitabın memlekette satış anlamında hiçbir şansı olmayabilir. Kitabı basmaya karar verdiğinizde potansiyel alıcılar konusunda fikrinizin olması şart bu anlamda. Yine de elbette “saf” anlamıyla yayıncılık faaliyeti yapıyorsanız (iyi ki öyle yayınevleri hâlâ var!) bir “kültür hizmeti” olarak satmayacağını bile bile kimi kitapları basabilirsiniz.
Türkiye'de yayıncılık konusundaki gözlemleriniz neler?
Bir kere köklü bir yayıncılık geleneğinden söz etmek zor Türkiye’de. Bir-iki best-seller, “tavuk suyuna çorba” kitap bulup ondan sonra ortadan kaybolan bir sürü yayınevinin varlığı unutulmasın. Öte yandan elbette yayıncılık denilen iş memleketin kültür hayatından, söz konusu memlekette kitapla kurulan ilişkinin genelinden bağımsız değildir. Genel olarak Türkiye’de bir okuma sıkıntısının var olduğunu tekrar etmeye gerek yok. Yine de nitelikli işler yapmaya çalışan, bir bankaya, sermaye grubuna sırtını dayamadan sadece yayıncılık yaparak ayakta durmaya çalışan yayınevleri var ki, herhalde memleketin yayıncılık dünyasının daha ileri gitmesi biraz da okurların onlara daha çok sahip çıkmalarından geçiyor.
Semih Gümüş hazırlansa iyi olacak bir manifestodan bahsetti. Sizce o manifestoda olması şart maddeler nelerdir, ilk aklınıza gelen?
Yayıncılık faaliyetinin her yönüyle (editörlük, kapak tasarımı, sözleşmeler, pazarlama vb.) ciddiye alınması gereken bir iş olduğunun altının kalın kalın çizilmesi gerek herhalde.
“Memlekette kim işini tam olarak yapmak durumunda kalıyor ki!”
Mehmet Said Aydın / Editör
Kitapların ön kapağına baskı sayısı bilgisi koyulması konusunda siz ne düşünüyorsunuz?
Bir kitabın üzerine baskı adedinin konmasını "efektif" bulmuyorum. Bununla okurların dikkati çekmek amaçlanıyorsa, bu "okur"un kim olduğunu da hiçbir zaman göremeyeceğim. Görsem anlamayacağım. Anlasam kabul etmeyeceğim. Ama bir yayınevinin bunu yapmaktaki derdinin ne olduğunu seziyorum. "Bunca çok bastık, insanlar alacak. Sen de eksik kalma."
İşin pazarlama kısmı bir editör olarak size nasıl yansıyor?
Ne dersek diyelim, kitap pazarlanan bir şey. Çünkü para harcanıyor, çünkü her aşamasında insan emeği var. Pazarlamanın yöntemleriyle ilgili dertler var. Billboard'lara çıksa ne olur? Daha çok satar. Daha çok satarsa ne olur? Yazar ve yayınevi kazanır. Yayınevi böylece o parayla belki de daha "hayırlı" işler yapar. Yapılıyor mu? Ekseriyetle yapılmıyor. Ama yapanların "derman niyetine" halen olması bile küçük bir heves veriyor.
Semih Gümüş’ün bahsettiği manifestonun olmazsa olmazı ne olmalı sizce?
Benim en iyi bildiğim manifesto Komünist Manifesto. Onun dışındakilerin bağlamına/zamanına göre faydaları olmuştur ama şimdi muhatapların pek de ciddiye alacağını sanmıyorum. Okur nerede? Onu da tam olarak bilmiyorum hakikaten. Manifesto deyince elimin o sakallının kitabına gitmesinin de bir manası vardır tahminimce. Bir hayalet dolaşıyor hâlâ.
Bizdeki yayıncılık nasıl görünüyor sizin durduğunuz yerden?
Önemli işler yapılıyor. Daha da yapılacak. Eğer bu bir "piyasa"ysa, büyük de olacak küçük de. Majör de olacak butik de. Esnaf da olacak entelektüel de. En büyük derdin dağıtım tekeli olduğunu düşünüyorum. Küçük ve parasız yayınevlerinin lehine bir dağıtım ağı kurulursa, her şey daha da güzel olabilir.
Yayınevlerinin içinde durum nedir?
Yayınevlerinde büyük kaoslar yaşanabiliyor. İnternet işleri hem çok kolaylaştırdı, hem de bir manasıyla zorlaştırdı. Çünkü yağmur gibi dosya yağıyor bazan ve editörlerin buna sadece "he" ya da "yok" demesi bile ciddi bir mesai haline geliyor. Şaka değil, gerçekten böyle. Ve "kurumsallık" övecek değilim, nihayetinde "efendimiz acemilik". Ama memlekette kim işini tam olarak yapmak durumunda kalıyor ki, yayıncı, editör, matbaacı, dağıtımcı yapsın? Türkçe, çeviri faaliyeti konusunda asla kısır bir dil değil. Çevirmenler konusunda bir şey diyemem; sadece "merdivenaltı"nı biraz daha engelleyebilmenin işe yarayacağını düşünüyorum. Şahane çeviriler okudum yakın zamanda mesela.
Kitaba saygımızı yitirdik mi cidden?
Kitaba saygımız olmuş mu ki? Memleket kitap denen şeyi ortadan kaldırmanın tarihi bir yandan. Okurun saygısı diyorsak, o da çok muğlak. Bir dağıtımcıda, "entelektüel faaliyet"ten uzak olduğunu vehmedeceğimiz dağıtımcıların bir tavrını görmüştüm. Büyük marketlerden birinden iade gelmiş kitaplar duruyordu ve dağıtımcılar kitaplara bakıp cıkcık'lıyorlardı. Sonra biri eğilip fotoğrafını çekti ve sunturlu bir küfür etti. Sonunda anladım ki, oradaki insanlar bu marketin kitapları paketleme yöntemini ayıplıyorlarmış. Çünkü un çuvalına sıkıştırmışlardı iade kitapları. Bu bana "saygı" gibi görünüyor. Yitirdiğimiz epey şeyin içinde, kitaba da saygımızı yitirmişsek bunun haber değeri zaten yok.
“Kitaptan kaç adet basıldığı yalnızca yazarı, çevirmeni, ajansı ve yayınevini ilgilendirir”
İrfan Sancı / Yayıncı
Türkiye’de bir yayıncı olarak sektörü özen açısından nasıl değerlendiriyorsunuz?
Yayıncı ya da yayıncılık çok daha fazla insanı kapsayan bir niteleme haline dönüştü. Kültür yayıncısı da, test kitabı, ders kitabı, para karşılığı dosya yayınlayan da yayıncı bugün. Dolayısıyla yeterince özen alanın neresinde durduğunuz ve işinize nasıl yaklaştığınızla alakalı. Zaten telif hakkını elinizde tutmadığınız, bunu da önemsemediğiniz bir kitap yayınlıyorsanız çeviriye, ucuz olsun marketlere okullara satarım derseniz baskı kalitesine, yalnızca ticari bir meta olarak yaklaşırsanız imlaya dikkat etmez, gereken özeni göstermezsiniz. Bunun dışında belirttiğiniz çelişki kültür yayıncısı olarak faaliyet gösteren kurumlarda maalesef niyetten bağımsız olarak vardır, az sayıdaki insan farklı türlerdeki kitaplar üzerinde yeterince zamanı olmadan çalışmak zorunda. Ama bu nitelikli insan azlığıyla beraber esas olarak ekonomik koşullara bağlı ki tam da bu noktada çelişki daha "eğlenceli" hale geliyor.
Kitaba saygımızı yitirdik mi Semih Bey'in dediği gibi?
Yine burada da kitaptan ne anladığımız ve hangi kitabı mevzubahis yaptığımız önemli, yazılı ve bir kapağı olan her şey kitapsa evet bir saygı yitiminden söz edilebilir.
Kitapların ön kapaklarından baskı sayısını belirtmek doğru mu sizce?
Kitaptan kaç adet basıldığı yalnızca yazarı, çevirmeni, ajansı ve yayınevi ilgilendiren bir husus, künyede yer almasının okura hiçbir katkısı yok ancak tercih eden varsa elbette yazılabilir. Kapağın üzerinde konulan kaçıncı baskıyı yaptığı ya da bugünlerde moda olan kaç adet basıldığı bilgisi ise çoksatar okuruna ve esas olarak raflarını buna göre düzenleyen dağıtımcıya / kitapçıya yönelik bir uygulama.
İşin pazarlama boyutu bir yayıncı olarak size nasıl yansıyor?
En başta tüm istediğimiz ve önemsediğimiz kitapları yayınlayamamamıza, ilgi görecek ve görmeyecek olan arasında bir denge sağlamaya çalışmamıza. Bunun dışında kitapla ve içeriğiyle hiç ilgisi bulunmayan ancak piyasada aktif rol alan insanlara "bak bu çok önemli bir kitap, bundan daha çok almalı, raflarınıza koymalısınız" izahatına. Ve elbette basınla ilişkiler, kapak tasarımı gibi konulara içeriği ve editöryal kısmı kadar zaman ve emek harcamamıza neden oluyor.
Semih Gümüş bir manifestonun sözünü etti bugün. Sizce öyle bir manifestoda neler olmalı?
Semih Gümüş'ün önerisi elbette önemli ancak kendisi de eminim biliyordur; o manifestoyu dikkate alan ya da alacak olan, zaten manifestonun olası maddelerini ondan bağımsız da gerçekleştirmeye çalışan insanlar. Okura tercihen ya da zorunlu olarak verdiği bilgilerde dürüst olması bir madde olarak yer alabilir.
kitap baskı sayısı ülkemizde o kadar önemli değil her yazarımızın kendine göre okurları ve takipçileri var.bir çok yazarımızda çevre etkileri tanınmamışliğin getirdikleri,elinden tutanı olmaması nedeniyle tarihin sayfalarında kayboluyor.kitap baskılarında dağıtım sistemi iyi ise baskıyı tek seferdede yapabilir,ama reklam olsun derse o da günümüz çakallıklarındandır derim.40 yıl önce cağaloğlunda 3 baskı bir hafta deselerdi millet dalga geçerdi ama bu günlerdeki hıza bakılırsa haftada 3 değil 15-25 baskıda yapar öneli olan ahlaki veya ahlaki olmayan reklam
Yeni yorum gönder