1989 yılında yayınlanan Şeytan Ayetleri romanında Hz. Muhammed'e ithamda bulunduğu gerekçesiyle, dönemin İran lideri Ayetullah Humeyni tarafından fetva verilerek başına üç milyon dolarlık ödül konulan Hint asıllı Britanyalı yazar Salman Rüşdi, The New Yorker'da yayınlanan öyküsünde o günü nasıl yaşadığı hakkında ipuçları veriyor bize.
1989
Daha sonraları, dünya onun etrafında patlamalar yaşarken, eski hayatının artık sona erdiğini ve yepyeni, karanlık bir zamanın başladığını söyleyen BBC muhabirinin ismini hatırlayamadığı için kendini huzursuz hissedecekti. Onu evinden ve özel hattından aramış ve numarayı nereden aldığını bile söylememişti. “Ayetullah Humeyni tarafından,” demişti, “Ölüm cezasına çarptırılmak ne hissettirdi size?” Londra'da güneşli bir Salı günüydü, ancak bu soru tüm o ışığı kesivermişti. Ne söylediğini tam da bilmeden şöyle yanıtlamıştı bu soruyu: “İyi hissettirmedi.” Tam olarak şöyle düşünmüştü: Ben ölü bir adamım. Kaç günü kaldığını merak etti, cevap muhtemelen tek haneliydi. Telefonu kapattı ve çalışma odasından çıkıp aşağıya indi. Oturma odasındaki pencerelerin ahşap pancurları vardı ve anlamsızca onları kapatıp, sürgüledi. Ardından giriş kapısını da kilitledi.
Sevgililer Günü'ydü o gün, ama karısıyla, Amerikalı romancı Marianne Wiggins'le bir süredir iyi geçinemiyorlardı. Beş gün evvel, karısı ona evliliğinde mutsuz olduğunu ve “onun yanında kendini iyi hissetmediğini,” söylemişti. Yalnızca bir yıldır evli olmalarına rağmen, adam da bu ilişkinin bir hata olduğunun farkındaydı. Şimdi, evin içinde huzursuzca gezinir, perdeleri kapatır, pencere sürgülerini kontrol ederken, karısı öylece oturmuş ona bakıyordu. Vücudu aldığı haberlerden ötürü adeta elektrik akımı verilmişçesine heyecanla titriyordu ve artık karısına olup bitenleri anlatması lazımdı. Kadın olan bitene sakin tepki verdi ve ne yapmaları gerektiği üzerinde konuşmaya başladılar. “Biz,” kelimesini sıkça kullanıyordu ve bu adama bir cesaret vermişti.
Evin önüne CBS kanalından bir araba yanaştı. Sabah yayınlanan bir program için canlı yayına katılma sözü vermşti ve Knightsbridge'e, Bowater House'da yer alan Amerikan haber ağının stüdyosuna gitmesi gerekiyordu. “Gitmeliyim,” dedi adam. “Canlı yayın bu, gitmemezlik edemem.”
O gün öğleden sonra, AIDS'den hayatını kaybeden arkadaşı Bruce Chatwin için Bayswater, Moscow Road'daki Yunan Ortodoks kilisesinde bir anma töreni düzenlenecekti. “Peki ya anma töreni?” diye sordu karısı. Ona verebilecek bir cevabı yoktu. Giriş kapısını aralayıp dışarı çıktı, arabaya bindi ve uzaklaştı. O zaman bilmemesine rağmen -evden çıkmak garip bir şekilde anlamlı gelmemişti o sırada- 41 St. Peter's Sokağındaki evine, neredeyse beş yıldır yaşadığı yere bir daha ancak yıllar sonra dönebileceğinin farkında değildi.
CBS'nin ofisinde, günün haberi kendisiydi. Çok yakında omuzlarına bir yük gibi binecek kelime herkesin dilindeydi: “Fetva.”
“Dünyadaki tüm onurlu Mülümanları bilgilendiriyorum ki Şeytan Ayetleri kitabının yazarı, İslam'a, Peygambere ve Kuran'a karşı olan bu kitabı bilerek ve isteyerek basımına yardımcı olan herkes ölüm cezasına çarptırılmıştır. Tüm Müslümanlardan, bu kişileri ele geçirdikleri anda öldürmelerini istiyorum.”
Röportaj için stüdyoya giderlerken birisi ona bu yazının çıktısını verdi. Eski benliği “mahkum” sözcüğüne karşı çıkmak, bu konuda tartışmak istiyordu. Tanıdığı hiçbir mahkeme tarafından verilmiş bir hüküm değildi bu, onun üstünde bir yargı hakları olamazdı. Ancak bir yandan da biliyordu ki, artık eski benliğinin hükmü geçmiyordu. O artık yeni biri olmuştu. Öfke gösterilerinin hedefindeki adamdı, arkadaşlarının tanıdığı Salman değil, Şeytan Ayetleri'nin yazarı Rüşdi'ydi. Oysa o kitabın başındaki belli belirsiz bir deformasyona uğrayarak görmezden gelinen “The” unutuluyordu. Şeytan Ayetleri bir romandı, oysa onların algıladıkları şeytan tarafından gönderilmiş ayetlerdi ve adam da şeytanı yazmıştı. Bir adamın geçmişini silivermek ve onun yeni bir halini uyduruvermek, çok daha karşı konulamayacak derece ezici bir versiyonunu yaratmak ne kadar kolaydı.
Etrafındaki gazetecilere baktığında her birinin yüzünde sanki darağcına ya da elektrikli sandalyeye gönderilen bir adama bakıyorlarmış gibi bir ifade gördü. O sırada yabancı bir muhabir dostça yanına yaklaşınca dayanamayıp sordu. Humeyni'nin resmi açıklaması ile ilgili ne düşünüyordu, ne yapması gerekti? Bu yalnızca göstermelik bir hareket miydi, yoksa gerçek bir tehlike mi söz konusuydu? “Ah, çok endişelenmeyin,” dedi muhabir. “Humeyni, Amerikan başkanını bile her cuma günü ölüm cezasına çarptırıyor.”
Canlı yayında, bu cezaya ne diyeceği sorulduğunda “Keşke daha eleştirel bir kitap yazsaydım,” diye cevap verdi. Bunu söylediği için her zaman gurur duyacaktı, çünkü bu gerçekti. Romanıyla özellikle İslam'ı eleştirdiğini düşünmemesine rağmen o sabah, Amerikan kanalına çıktığında, bu dine mensup liderlerin böyle davranmaları karşısında, aslında bir miktar eleştirinin de kullanılabileceğini söyledi.
Röportaj sona erdiğinde karısının aradığını söylediler. Evi aradı. “Buraya gelme,” dedi kadın. “İki yüz kadar gazeteci eve dönmeni bekliyor.”
“Yayınevine gideceğim,” dedi. “Bir çanta hazırla ve benimle orada buluş.”
Yayınevi temsilcisi Wylie, Aitken & Stone'un ofisi Chelsea'de, Fernshaw Yolu üzerindeydi. Dışarıda bekleyen bir tek gazeteci dahi yoktu – herhalde böyle bir günde yayınevini ziyaret edeceğini düşünmemişlerdi- ancak içeri girdiğinde tüm telefonların çaldığını ve her arayanın onunla ilgili sorular sorduğunu duymaya başladı. İngiliz yayıncısı Gillon Aitken hayret içinde ona baktı.
Yeni yorum gönder